Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Ahmet Altan

“Türkiye’nin sayılı kalemlerinden Ahmet Altan sadece yazar kimliğiyle değil, kuşkusuz ki gazeteci kimliğiyle de bir onur abidesidir. Altan, hiçbir partiye, hiçbir cemaate sığmayacak kadar büyüktür. Hiçbir parti veya cemaat de Ahmet Altan’ı içine davet edecek kadar deli değildir! Bir cemaatle Ahmet Altan’ı anmak O’nun geçimişine de zekasına da hakarettir…”

 

SÖZCÜKLERİN EFENDİSİ: AHMET ALTAN

Yaşıtım olanlar sanırım O’nu ilk kez 90’lı yılların başında Star1 Televizyonunda Kırmızı Koltuk programında görmüşlerdir. Program partneri Neşe Düzel’di. 40’lı yaşlarındaydı; o zaman da sakallı ve gözlüklüydü. Elinde hep bir kalem olurdu, bu onu bütünleyen önemli bir aksesuardı sanki.

Daha sonra Kanal 6 Televizyonunda “Dinamit” diye bir program yaptılar Neşe Hanımla. Ben asıl o programa meftundum. Fırsatını bulursam hiçbir bölümünü kaçırmaz, izlerdim. Türkiye’nin tabularını konuşurdu çağırdığı konuklarıyla. Her programı DGM’lik olacak türdendi.

Farklı bir tılsımı vardı bu adamın, adını koyamadığım…

Aradan çook uzun yıllar geçince, adına koyamadığım şeyin ne olduğunu anlamaya başladım: Cesurdu, özgüven sahibiydi ve tabuları yoktu. Ve elbette ki gerçek bir yazar, gerçek bir gazeteciydi.

O’nu 25 yıldır tanıyan bir gazeteci arkadaşının şu sözleri Ahmet Altan’ı daha yakından tanımamıza yardımcı olur diye düşünüyorum: “Eğer biraz olsun insanları tanıma yeteneğiniz varsa, Ahmet Altan’la sadece yarım saat geçirmek bile onun ne kadar mert, açık sözlü ve hiçbir güce boyun eğmeyecek biri olduğunu görmenize yeter. Biat etmeye, düşündüklerini saklamaya ne yaradılışı izin verir ne bünyesi, anlarsınız.”

Yıl 1995’ti…

Milliyet gazetesindeyken “ATAKÜRT” başlığıyla bir yazı yazmış ve bu yazı gazeteden sorgusuz sualsiz atılmasına sebep olmuştu. “ Ya Atatürk Selanik’te değil de Musul’da doğsaydı” diyerek silkelediği Türkler’i empati kurmaya davet etmişti.

Diyordu ki:

Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı…

“Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi…”

Bu yazıyla Ahmet Altan Kürtler’in gönlünde kendisine devasa bir yer açarken, Kemalistler ve bilimum sağcılar için ise hedef haline geliyordu. Mahkeme kapılarında süründürülecekti artık. Gerçi alışıktı buna, Çetin Altan’ın oğluydu ve ve Çetin Altan bu ülkenin önemli bir düşünürü, eski bir mahkumuydu. Mahkeme koridorlarına da, cezaevlerine de çocukluğunda babası vesilesiyle âşinaydı.

Milliyet’ten atıldıktan sonraki adresi Yeni Yüzyıl Gazetesi’ydi. Bu geçişten sonra artık iyi bir Ahmet Altan okuru olmuştum ben de. Sırf Ahmet Altan’ı okumak için kısıtlı okul harçlığımdan birkaç kuruşu bu gazeteye ayırırdım. Başka hiçbir sebepten değil, sırf Ahmet Altan burada yazıyor diye!

O’nun kitaplarıyla, romanlarıyla ilk tanışmam da bu döneme denk gelir.

1996 yılında piyasaya çıkan “Tehlikeli Masallar” büyük satış yapmış, gözler kendisine çevrilmişti. Kitapçıların en çok sattığı kitaptı. Bir kız arkadaşımın bana hediyesi bu kitap olmuştu. Severek okumuştum.

Erkeklerin hem imrendiği hem kıskandığı biriydi Ahmet Altan. Kadınları en iyi anlatan, kadın ruhuna en iyi temas eden yazar olarak kabul görüyordu.

Söylemeye gerek yok ki onu okuyan hemen her kadın okurun da en sevdiği yazardı o. “Bizi en iyi Ahmet Altan anlatıyor” derlerdi.

Kadife pantolonu, kolları katlanmış gömleğiyle kendine has bir tarzdı Ahmet Altan.

1998 yılında yayınladığı “Kılıç Yarası Gibi” radlı romanı ve sonraki yıllarda yayınladığı kitapları, hep satış listelerinin en tepesinde oldu.

Tabii tüm bu gelişmeleri dişlerini gıcırdatıp yumruklarını sıkarak izleyen yeminli “Altanlar” düşmanı bir kesim de hiç eksik olmadı. Bunların başında Doğu Perinçek ve onun zehirlediği çevreler geliyordu.

2002 yılıydı.

Ahmet Altan bir söyleşi için İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde bir grup çakalın saldırısına uğramıştı  “Atatürk düşmanı” olduğu gerekçesiyle.

Altan’a saldıranlar, arada bir bizim fakülteye de uğrayıp örgütlenmek isteyen Perinçek’in bir dönem gençlik kolları başkanlığını da yapan, sonrasında Perinçek tarafından ajan ilan edilen Gökçe Fırat Çulhaoğlu ve ekibiydi. Hani şu ırkçı Türksolu Gazetesi’ni çıkarın yaratık!

Ahmet Altan onların nazarında 1 numaralı vatan hainiydi. Avrupa Birliğini, Avrupadaki demokrasi standartlarını o topraklar için de talep ediyordu; Kürt sorununa barışçıl bir çözüm öneriyordu, suçu buydu Ahmet Altan’ın! Bundan ötürü Ahmet Altan hep onların hedefinde oldu.

Ahmet Altan’ın güçlü kalemi, söylemeye gerek yok ki yazılarını diğer tüm köşe yazarlarının yazdıklarından ayıran bir turnusol kağıdı görevi görürdü. Yazısının altındaki imzayı görmeden “Bu Ahmet Altan’ın yazısıdır” diyebilirdiniz rahatlıkla.

Kelimelerin sultanıydı. Her cümlesiyle sözcükleri şaha kaldırır, moda tabirle onlara dans ettirirdi. En çetrefilli konuları en anlaşılır biçimde ve oldukça da sağlam bir mantık örgüsü içinde işlerdi. “Yazıya layık olma çabası” babasının mottosuydu; o bunun hakkını vererek yazardı. Yalansız dolansız, inandığı biçimde yazardı. Bu da yazdıklarının kalibresini arttırırdı.

Bizim kuşak için Ahmet Altan sanırım bir rol modeldi de. Bizim jenerasyondan ondan ve Can Dündar’dan etkilenip de yazı yazmaya soyunan, heveslenen epey insan olduğunu söylersem abartmış olmam sanırım.

 

Babasının ölümünden sonra yazdığı bir yazı vardı ki, o yazıyı okuduğumda “Allah herkese Çetin Altan gibi bir baba versin”le “Allah herkese Ahmet Altan gibi evlat versin” sarkacında bir oraya bir buraya gidip geldiğimi hatırlıyorum. Ancak Ahmet Altan ayarında birinin yazabileceği türden bir yazıydı. Bir babanın ölümünden sonra yazılacak en güzel yazıyı yazmış, baba vasiyeti sayılacak “yazıya layık olma”yı fazlasıyla yerine getirmişti.

Şövalyece bir duruşu vardı. Yazılarında belden aşağı vurmaz, özel hayata asla girmezdi. Polemiklerden kaçınıp yazılarında hep genel kalması da bundandı belki.

Generalleri takmazdı. Siyasetçileri onlara üstün tutardı ama onlara da eyvallah etmezdi.

O hep “sivil” kafalı bir adamdı.

Yaptığı gazeteye karışmasından ötürü patronuna resti çekmiş adamdır Ahmet Altan.

Güneş Gazetesi deneyimiyle yıllar evvel yapmıştır bunu. O dönem onunla çalışan bir arkadaşı şöyle yazmıştı onun için: “Güneş’teki Genel Yayın Yönetmenliği, gazetenin sahibi Asil Nadir’in, haberine müdahale etmesi ve Ahmet Altan’ın bunu kabul etmemesi sonucu son buldu.”

Gazeteci Alper Görmüş, 2009 yılında yazmış olduğu bir yazısında, Ahmet Altan’a dair bir anısından bahsediyordu. Her Ahmet Altan ve “Basın özgürlüğü” tartışması bahsi geçtiğinde bu anekdotu hatırlarım.

Aktüel Derigisi’nin 4. yılı nedeniyle Ercan Arıklı bir yemek vermektedir. Yemeğe derginin yazarı olan Ahmet Altan da katılır. Alper Görmüş’ten okuyalım bundan sonrasını:

“Bir ara Ercan Bey, lafı tavla arkadaşları Sabah yöneticilerine getirmiş, onların “ne yapsak arttıramıyoruz satışları” serzenişine hak vermişti.

Aramızda Ercan Bey’e “Ercan” diye hitap etme imtiyazına sahip yegâne kişi olan Ahmet Altan cevap verdi ona: “Yazıişlerinde aranızda konuştuğunuz fakat yazmadığınız haberlerden oluşmuş bir gazete yapın, bakın bakalım satıyor mu, satmıyor mu?

Bu, ilerde, Taraf’ta pratiğe geçirdiği gazetecilik anlayışı için bir veri olarak dursun aklımızın bir köşesinde! Hiç çıkmamacasına…

Size Ahmet Altan’a dair bir hadiseyi daha aktarmak gerekecek. Bu da Ahmet Altan’ı anlatırken, ondan bahsederken es geçemeyeceğim bir başka noktadır.

AKP kurucularından Ayşe Böhürler Yeni Şafak’ta Ahmet Altan’a dair bir şeyler yazmıştı vakti zamanında köşesinde.

AKP’nin iktidarda ilk yılları. Medyanın AKP’ye yoğun muhalefet yaptığı yıllar. Askeri vesayet henüz yıkılmış değil. AKP üzerinde hem asker baskısı var hem medya baskısı. AKP’liler buna karşı dik durabilecek, etkili yayın yapacak, demokrat bir gazete çıkarmak isterler. Akıllarına gelen isim Ahmet Altan’dır. Ona giderler. Böyle bir gazetenin başına geçmesi için ricada bulunurlar. Ayşe Böhürler şöyle naklediyor o görüşme anını:

O görüşmede Ahmet Altan bir gazetenin başına gelmesi için kendisine yapılan teklifi, verilen tüm açık çeklere rağmen reddetti. Tek bir gerekçesi vardı: “Siz siyaset yapıyorsunuz, yeri gelir kavga eder yeri gelir uzlaşırsınız. Bense değişmem, beni taşıyamazsınız.”

Her kesin yapabileceği şey değildir bu, inanın buna. Paranın kokusunu alınca  ilke milke tanımayan insan mezarlığıdır medya sektörü. Ahmet Altan böyle bir teklifi sırf bu şekilde reddettiği için eşsizdir, değerlidir işte!

TARAF GAZETESİ

2007 yılı sonlarında TARAF Gazetesi’ni çıkardı. Gazetenin patronu değildi elbette; Genel Yayın Yönetmeniydi.

Bu noktada Taraf Gazetesi’ne dair, onun yayın çizgisine, artısı ve eksisine çok kısaca değinmem gerekecek. Bu yazının konusu Taraf Gazetesi değil elbette ama, Ahmet Altan’ı anlatırken Taraf’a dair üç beş kelâm etmeden Ahmet Altan’ı anlatmak bana göre büyük eksiklik olur. Taraf, Ahmet Altan biyografisinde sanırım çok çok önemli bir yer tutar.

Taraf Gazetesi…

Kimine göre Fethullah Gülen’in çıkarttığı gazeteydi.

Kimine göre Amerika finanse ediyordu.

Kimine göre ise yeminli Türkiye düşmanı karanlık güçlerin çıkarttığı gazeteydi.

Tüm bu değerlendirmeyi yapanların ortaklaştığı nokta; Atatürk’ün, Cumhuriyet’in bekçisi ordunun ve nihayetinde laik Cumhuriyetin Taraf üzerinden hedef alındığı, yıkılmak istendiği şeklinde formüle ediliyordu.

Bu eleştirileri yapanların kimisi gazeteci Yasemin Çongar’ın Amerika’dan gelip bu gazeteye transfer oluşunu da kanıt olarak sunuyorlardı.

Bir de emniyet kökenli iki akademisyenin bu gazetede köşe yazarı olması konusu vardı, bu da ayrı bir kanıttı!

Bir gazete çıkarmak öyle kolay mıydı? Feto olmadan ya da Amerika olmadan nerden gelirdi bu değirmenin suyu?

Bunca belge nerden geliyordu da Taraf yayınlıyordu?

Böyle bu şekilde yıllarca sürüp gitti spekülasyonlar.

Başta Ahmet Altan olmak üzere diğer Taraf yazarları tüm bu söylenenlere gerekli cevabı veriyordu bana göre ama, dinleyen kim!

Sıkı bir Taraf okuru ve Ahmet Altan’ın kişiliğine olan  büyük güvenimden ötürü ben de her mecrada, her kesle Taraf’ı tartışmış, dile getirilen argümanlara yıllarca cevap vermiştim kendimce. Bunu yaparken de diyebilirim ki tek dayanağım, tek sermayem Ahmet Altan’ın kişiliğiydi. Evet, sadece buydu. Bu adamı bu derece seviyor, bu derece ona inanıyor, güveniyordum.

Taraf üzerinden çıkarılan yaygaranın hepsini bir tarafa bırakıp şunların altını çizmek istiyorum.

Taraf, Ahmet Altan öncülüğünde manşetleriyle, yaptığı pek çok haberle,  müesses nizamın beynine her sabah inen bir balyozdu; bu nizamın yıkılmasında birinci güç Taraf  Gazetesi’dir, Ahmet Altan’dır. (örnek:TEHDİDİ BIRAK HESAP VER)

İkinci güç ise Tayyip Erdoğan’ın kendisidir, dik duruşudur. Demirel gibi yapmamış, tırsıpta şapkayı alıp gitmemiştir..

Taraf, AKP hükümetini reformlar yapması yönünde sürekli dürtmüş, AKP hükümeti bunu ağırdan aldığı yerde ya da eski düzene ayak uydurduğunda da eleştirmekten hiç çekinmemiştir. (örnek:PAŞASININ BAŞBAKANI)

Kategorik olarak kendini bir partinin yanında konumlandırmamış, örneğin CHP Genel Başakanı Kılıçdaroğu birtakım sosyal reformlardan bahsettiğinde, ertesi gün Ahmet Altan köşesinde “İşte, sosyal demokrat olduğunu söyleyen bir partiye yakışan böyle politikalar üretmektir” mealinde övgülerde bulunmuştur. Yine Deniz Baykal’ın kaset komplosunu Kemalist gazeteler bile kullanırken, Taraf bunu kullanmamış, bu yaptığıyla Deniz Baykal’ın Taraf’a beslediği tüm kinini bir tarafa bırakmasına vesile olmuş, hatta Baykal’ın sonradan Taraf’a röportaj  vermesine kadar varmıştır.

Askeri vesayete karşı her kes Tayyip Erdoğan’ın dik duruşunu överken, nacizane ben her zaman, “Asıl Tayyip Erdoğan’dan önce dik duran Taraf Gazetesi’dir, Ahmet Altan’dır. Tayyip, Taraf’ın izinden gidiyor, Taraf’ın dik duruşu AKP’ye model oluyor” diyordum. Taraf, önden giden buzkıran görevi görüyordu yapıp ettikleriyle.

AHMET ALTAN’IN HATALARI

Yukarda andığım müesses nizamın sahipleriyle ölümüne bir kavgaya tutuştu Taraf. 80 yıllık kökleşmiş devlet anlayışıyla, köhnemiş kurumlarıyla açıktan bir düelloydu bu. Bir tarafta Ordu, CHP, MHP, İP vs, diğer tarafta Taraf Gazetesi vardı. (Bir de devletle açıktan kavgayı göze almayan, sinsice iş gören Cemaat ve AKP Taraf’tan yana pozisyon aldılar, Tarafın arkasında hizalandılar). Güçler bu şekilde mevzilenmişti.

Kavga çok sert oldu. Sonrasında yaşananları hatırlıyorsunuzdur, tek tek girmeyeceğim şimdi.  Kaybeden 80 yıllık ordu oldu, militarist anlayış oldu.

Taraf hiçbir gazetenin yapamayacağını yapmış, Türkiyedeki alışık tüm gazetecilik anlayışlarını elinin tersiyle itmiş,  orduyla kafa kafaya gelmiştir. Şimdi değilse  bile ilerde, Taraf’ın başardığı şey daha da iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Bunda en büyük pay elbette ki Ahmat Altan’ındır.

Tabii tum bunların yanında bir okur olarak Ahmet Altan’ın beğenmediğim, eleştirdiğim yönleri yok muydu?

Vardı elbette. Neydi bunlar?

Bunlardan biri, konu Kürt sorunu ve Öcalan olduğunda ortaya çıkardı. A. Altan, Taraf’taki köşesinde Öcalan’ı sorgusuz sualsiz bir şekilde Kürtler adına konuşacak, müzakere yapacak, savaşa ve barışa karar verecek adres olarak gösterirdi. Oysaki Öcalan bir tutsaktı ve bu, kuzunun kurtla pazarlığından farksızdı.

Kapalı kapılar ardında, hiçbir yazılı kayıt olmadan, hukuki hiçbir çerçevesi ve garantisi olmayan, Öcalan’la MİT görevlilerinin görüşmelerini Ahmet Altan’ın bize kurtuluş yolu olarak anlatıp durması, onun ne entelektüel kimliğine ne de kendisinde görmeye alışık olduğumuz sağlam, sorgulayıcı mantık örgüsüne yakışıyordu. Bunu oldum olası hep yadırgadım ve kendisine yakıştıramadım.

Şunu elbette biliyorum; Ahmet Altan’ın büyük bir derdi vardı: O da kanın durması, savaşın son bulmasıydı. Barışın gelmesi, gençlerin ölmemesi, yazılarında en çok tekrarladığı konuydu. Sanırım bundan olsa gerektir ki işaret ettiğim noktayı pas geçiyordu.

Ahmet Altan’ın diğer bir hatası da şuydu: O, dindar-muhafazakar (kısacası AKP kitlesi diyelim) kesime ve Fethullah Gülen Cemaati’ne oldukça toleranslı, sevecen yaklaşırdı. O çevrelerden neşet edecek bir kötülüğün mümkün olamayacağına sanki kendisini inandırmıştı. Belki de bu çevrelere açtığı büyük krediden ötürü olsa gerektir ki Fethullah Gülen’in devlet içindeki yapılanmasını hiç umursamadı, görmedi, göremedi. En azından ben böyle biliyorum. Fethullah’ın ve takipçilerinin çok iyi kamufle olmaları, Fethulla’a dair Cumhuriyet ve Odatv gibi çevrelerin sık sık dillendirdikleri şeyleri yazmaya engel değildi ama Ahmet Altan bunu yazmadı, yapmadı Taraf’ta. Onlara herhangi bir sivil toplum kuruluşu muamelesi yaptı. Bu da onun hanesine yazılabilecek diğer bir  kabahatti.

Burada şu soru akla gelebilir: 15 Temmuz öncesine kadar kimler Cemaate, Cemaatin ılımlı çizgisine, söylemine inanıp da onlara kanmadı ki? Bir Ahmet Altan mıydı? (Liberalinden solcusuna, sağcısından dinsizine-dincisine, Alevisine kadar Abant Toplantılarına kimler gitmedi ki mesela?)

Şu saydığım şeyler Ahmet Altan namına eksi yazılacak şeylerdir, amenna. Ama burda da şunu söylemeden geçemeyeceğim. Ben, Ahmet Altan’ın Cemaati bile bile kolladığını, Mehmet Baransu, Önder Aytaç ve Emre Uslu’yu Cemaatin elemanları olarak onları Tarafta istihdam ettiklerine kesinlikle inanmıyorum.

ASKER YAZINCA SORUN YOK DA POLİS YAZINCA MI SORUN?

Öte yandan 15 Temmuz Darbesinden sonra ortaya çıkan ilişkiler, bağlantılar, adı geçen üç şahsın Cemaatle ilişkili olduklarına dair neredeyse herkesin mutabık olduğu bir konu haline gelmiştir. Ama bu böyledir diye biz neden Taraf’a “Cemaatçidir” etiketini yapıştıralım ki?

Nasıl ki Cumhuriyet Gazetesi emekli generallere ikinci sayfasında sık sık yer veriyor, onların yazılarını yayınlıyor ise, pekâlâ Taraf’ın da emniyet kökenli iki akademisyene yer vermesi bir o kadar doğal sayılması gerekirdi. Bunu göremeyenlerin Taraf’a buradan yüklenmesi onlara haklılık kazandıramaz ki!

Velhasılı Taraf Gazetesi konusu uzun meseledir ve bu yazının boyutunu fazlasıyla aşar. Burada noktayı koymak gerektiğine inanıyorum.

Taraf”a dair kişisel bir anımla yazının sonlarına gelmiş bulunuyorum. Taraf Gazetesi’nın “HerTaraf” adlı okur mektuplarının yayınlandığı bir sayfası vardı. Doğu Perinçek’le ilgili bir yazı yazmış, gazeteye göndermiştim. Yazıyı gönderdikten bir hafta sonrasıydı sanırım, bir akrabamla Kadıköy’e uğradık. Hazır Kadıköy’e gelmişken mektubumun akıbetini sormak üzere akrabamla Taraf Gazetesi’ne uğradık. Kapıdaki sekretere durumu anlatarak yetkili editörle kısaca konuşmak, bilgi almak istediğimi söyledim. Gazete çalışanları zaten içerde bize görünecek mesefedeydiler. Sekreter gitti ve biraz sonra ilgili kişiyle geri geldiler. Gelene  kendimi tanıttım ve yazdığım yazıyı hatırlatıp sonucunu merak ettiğimi söyledim. İlgili arkadaş yazıyı aldığını, içerik olarak gayet iyi bulduğunu söyledi ve: “Ulaş Bey, sizin yazınız elimize geçtiğinde Perinçek de tutuklanmıştı. Tutuklanmış bir adamın ardından böyle bir yazıyı yayınlamak düşene bir tekme de bizim vurmamız anlamnıa gelirdi, bu yüzden yazıyı yayınlamadık, keşke yazınız bu olaydan evvel elimize geçseydi, o zaman yayınlardık kesinlikle”

Açıklamadan sonra kendilerine teşekkür edip Taraf’tan ayrıldık. Yazımın yayınlanmamasına üzülmüştüm ama Tarf’ın tutumuna da samimiyetle “Bravo, doğrusunu yaptılar belki de” demiştim.

Ahmet Altan, 23 Eylül 2016 tarihinden beri “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını engellemeye teşebbüs etme” ve “Silahlı terör örgütüne üye olma” suçlamasıyla tutuklu. Tam 1 yıldır içerde gün sayıyor.

Medya, hükümetin (Erdoğan’ın) hışmını üzerine çekmemek için sesini kısmış durumda. Bir sessizliktir almış başını gidiyor.

Türkiye’nin sayılı kalemlerinden Ahmet Altan sadece yazar kimliğiyle değil, kuşkusuz ki gazeteci kimliğiyle de bir onur abidesidir.

Altan, hiçbir partiye, hiçbir cemaate sığmayacak kadar büyüktür. Hiçbir parti veya cemaat de Ahmet Altan’ı içine davet edecek kadar deli değildir! Bir cemaatle Ahmet Altan’ı anmak O’nun geçimişine de zekasına da hakarettir.

Ahmet Altan mahkeme savunmasında iddianameyi “hukuk pornosu” olarak niteledi ve söyledikleriyle savcının iddianamesini çöp sepetine yolladı.

Taraf Gazetesi’ndeki tüm haberlerden, manşetlerden sorumlu olduğunu söyleyerek dik duruşunu ortaya koydu, geri adım atmadı, hiçbir arkadaşını “satmadı”.

Şu sözler onun savunmasından sadece kısa bir kesit:

 Ben “Balyoz” haberlerini yayımladığımda askerî vesayet hâlâ devam ediyordu.

Bugün AKP’nin medyası olduğu gibi o zaman da askerî vesayetin medyası vardı.

Bugün korkak ve çıkarcı gazetecilerin AKP’ye yaranmaya çalışması gibi o gün de korkak ve çıkarcı gazeteciler generallere yaranmaya çalışıyorlardı.

Eğer benim yayımladığım Balyoz haberlerinin benzerlerini daha önce yayımlama cesaretini göstermiş olsalardı bu ülke böyle bir darbe çöplüğüne dönmezdi.

Bu cesareti hiçbir zaman gösteremediler.

Askerî vesayetin baskısı altında ezilen solcuların, Kürtlerin, aydınların, yazarların, gerçek dindarların acılarına sırtlarını döndüler.

Şimdi medyanın önemli bölümü aynı utanmazlığı AKP döneminde sergiliyor.

Balyoz haberi gibi haberleri yayımlamak bir gazetecinin en önemli görevlerinden biridir.

O haberi yayımlamayan bir gazeteci kendine, mesleğine, insanlarına ihanet etmiş demektir.

Ben kendime, mesleğime, insanlarıma ihanet etmediğim için askerî vesayet döneminde de yargılandım, bugün de yargılanıyorum.

Ne yazık ki bu ülkede demokrasi isteminin bedeli budur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

four × one =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla