Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Zorlu Yıllar son bölüm

Bir süre sonra otomobilin kapıları kapanıyor, yeniden hareket ediyoruz. Kestiremediğim bir yöne doğru ilerlemeye başlıyoruz. Telsizler çalışmaya başlıyor, yanımdakiler sadece dinliyorlar. Ne bana sorular soruyorlar ne de kendi aralarında konuşuyorlar. Otomobilin içi ısınıyor, ağır olan montum daha da ağır geliyor kafama. Yön duygumu tamamen kaybediyorum. Stabilize bir yoldan asfalt bir yola çıktığımızı tekerleklerin sesinden anlıyorum, Otomobil duruyor ve beni kolumdan tutup indiriyorlar. Aydınlık bir yere geldiğimizi montumun altından da fark edebiliyorum Merdivenleri çıkarken anlıyorum Tatvan Emniyet Müdürlüğüne geldiğimizi, rahatlıyorum. Kapıdan içeri girerken bir polis;

“Rızgarici geldi” diyerek güçlü bir tekme savuruyor popoma. Rızgari davasından alındığıma seviniyorum. Bölgede Rızgari’nin cılız bir faaliyeti vardı. Yedikleri son operasyondan bu yana henüz bellerini doğrultamamış, yeni bir operasyon yiyecek kadar güçlenmemişlerdi. Bu yüzden beni Rızgari’ den sorgulayacak olmaları ihtimali içimi rahatlatıyordu.

Bir polis kolumdan tutarak emniyet müdürlüğünün üst katına çıkartıyor, bir duvara dayayıp gidiyor. Kendimi kurbanlık koyun gibi hissediyorum. Kafamdaki mont gittikçe ağırlaşıyor. Oğlumu düşünüyorum ne kadar etkilendi bu olaydan ne yapıyor şimdi, ağlıyor mu acaba? Ukala ve sert bir sesle düşüncelerimden sıyrılıyorum.

“Adın ne?”

Ferhat Sağnıç

“Ne iş yapıyorsun?”

“Sigorta acentesiyim”

“Hangi Sigorta?”

“Ray Sigorta”

“Adın ne?”

Serdar Sağnıç.

“Ne iş yapıyorsun?”

“Sigortacıyım.”

“Hangi Sigorta?”

“Tam Sigorta”

“Adın ne?”

Serhat Sağnıç

Duyduğum seslerle beynimden vurulmuşa dönüyorum. Başkaları da var ama ben onları duymuyorum, beynimde sadece Serhat ve Serdar’ın sesleri uğulduyor. Onlar amcamın oğulları, yanımda çalışıyorlardı. Daha önce birçok kez alınmıştım ben, Serhat ile Serdar o zamanlar küçüktü, şimdi büyümüşler ve birlikte alınıyoruz. Hafif bir gurur kaplıyor içimi. Neden alındığımızı anlamaya başlıyorum. Şehit düşen bir gerillanın silahları için mi alınmıştık. (Gerilla Serhat’ın kayınbiraderiydi Eyleme gitmeden önce silahları Serhat’a bırakmış, eylemde şehit düşmüştü. Polis bir şekilde silahların Serhat’ta olduğunu öğrenmişti.)

Amca çocuklarım deneyimsiz, umarım direnebilirler, bu sınavdan başarı ile çıkarlar. Bir kargaşa içinde bizi alt kata indirip emniyetin dışına çıkartıyorlar. Kafamda montumla yeniden bir minibüse bindiriliyoruz. Birkaç kişiyiz. Yanımdakinin Serhat olduğunu düşünüp cesaret vermek amacıyla sertçe bacaklarımı bacaklarına değdiriyorum ve ona fısıldayarak “Qurbana çavin te berxewe bide” (Gözüne Kurban diren) diyebiliyorum. Minibüs hareket ediyor. Bu kez nereye götürüldüğümüzü biliyorum; yoğun işkence yapılan mülteci kampına götürülüyoruz. Ben bu filmi daha önce de görmüştüm, neler yaşayacağımızı tahmin edebiliyorum; sorgulama, işkence en az on beş gün sürecek ve sonunda tutuklanacağız.

Gece saat on iki suları bir binadan içeri giriyoruz. Montumu kafamdan alıyorlar. İlk defa mülteci kampını görüyordum. Gayrettepe’deki hücre sistemini buraya da uygulamışlar. Dar bir koridor, karşılıklı altışar hücre, yine mazgallar yine demir kapılar. Saniyelerin yıl olduğu anları yaşayacaktım. Ben bu anı daha önce de yaşadım ama Serhat ile Serdar ilk defa yaşayacaklar. Onlara yardımcı olmalıyım, sözlü olmasa da tavırlarımla yol gösterici olmalıyım. Sıkı bir üst aramasından sonra üzerimizdeki her şey not ediliyor. Bende sadece kimlik kartım var. Paramı ve diğer eşyalarımı evde bırakmıştım. Paraya ihtiyacım olacak, yemek yiyebilmek için, sigara alabilmek için. Ama burada sigara içtirmezler insana. Açlık grevine girmeliyim, direnişe buradan başlamalıyım… Bu düşünce beni heyecanlandırıyor. Hücreme doğru götürülürken sıyrılıyorum düşüncelerimden. Demir kapı açılıyor, içeri giriyorum, elime bir bez parçası tutuşturuyorlar. Anlıyorum göz bağı bu. Polis; “kapı açıldığında bunu gözüne bağlayacaksın” diyor, kapıyı üzerime kapatıp sürgülüyor. Tıpkı diğerleri gibi karanlık bir hücre. Farklı şeyler arıyorum hücremde ama yok, lanet olası hücreler hep birbirine benziyor; eni bir metre, uzunluğu iki metreden az. Kavak ağacından yapılan tahtalarla döşenmiş. Islak olur yeni kavak ağacı, bilirim kolay kolay kurumaz. Nemli tahtaların üzerine uzanıyorum. “Ne olacak?” sorusu yine beynimi kemiriyor, amca çocuklarıyla tutuklandığım için kahroluyorum. Onların işkence seslerini duymak istemiyorum. Daha önce kardeşlerimin seslerini duymuştum, şimdi de amca çocuklarının seslerini duyacağım, bu düşünce içimi acıtıyor. Her an işkenceye alınabilirim, uyumalıyım, uyuyup güç toplamalıyım. Üzerine uzandığım nemli tahtalar üşütüyor beni. Hücreler yazın bile soğuk olur, hele şimdi Tatvan’ nın bu soğuğunda daha da üşüyorum. Ya amca çocuklarım, onlar da üşüyorlardır elbet.

Hücrenin birinden polisi çağıran bir ses duyuyorum. Duyduğum ses bana hiç yabancı gelmiyor. Tanıyorum bu sesin sahibini; Firar A ın sesi bu, konuşmasından anlıyorum bizimle beraber alındığını. Kendi halkına karşı kabadayı ve cesurdu Firar, polisin karşısında da bir o kadar yalaka ve korkak. Birlikte askerlik de yapmıştık. “Yurtseverdi ama yurtseverliği hiç tırnak içinden çıkamamıştı.

Sabah oluyor hücremde. Ayak seslerinden, giriş çıkışların yoğunluğundan anlıyorum sabah olduğunu. Kulağıma gelen çocuk sesleri sevindiriyor beni; sesimiz duyulur diye işkence yapmayacaklarını düşünüyorum, ama kampın etrafında çocukların ne işi var, buna anlam veremiyorum. Tuvalete gitmek için görevliyi çağırıyorum, çıkarıyorlar beni hücremden, tuvalete gidiyorum, çiş yapıp elimi yüzümü yıkıyorum. Etrafı incelerken mülteci kampında mıyım diye bir şüphe düşüyor içime. Akşamdan beri amca çocuklarımın sesi çıkmıyor, demek beni taklit ediyorlar, sessizliğime uyuyorlar. Onlar da sırayla tuvalete gidiyorlar. Karanlık hücremde yalnızım ve yeniden düşüncelere dalıyorum. Bu kaçıncı alınışım, Ceng‘ i nasıl etkiler bu olay, kızım Şevin biliyor mu başıma gelenleri? Annesi söylemez Şevin’e, seyahate çıktığımı söyler. Akşam oluyor, yemek vermiyorlar. Ramazan ayında olduğumuzu hatırlıyorum, elbette Ramazan ayı işkence yapmaya engel değil ama yemek vermeye engel, ister istemez oruç tutuyoruz. Ezan okunuyor, gözlerimizi bağlamamızı söylüyorlar, bağlıyoruz. Kapı açılıyor, bir Cola şişesi içinde bir miktar su ve ekmek arası bir şeyler veriliyor. Acıkmışım, yemeye başlıyorum ama çok tatlı olduğu için yiyemiyorum. Bir saat geçiyor su içmiyorum. Biliyorum su içmek tuvalet demek, tuvalet polisle muhatap olmak demek, muhatap olmak onlarla konuşmak demek, onlarla konuşmak istemiyorum ama hücrede yapılacak bir şey yok, yalnızlığımı iki litrelik Cola şişesindeki suyla paylaşıyorum ve bir yudum içiyorum. Bir yudumun o soğuk hücrede böbrekleri nasıl çalıştırdığını biliyorum, polise seslenip beni tuvalete götürmesini söylüyorum.

“Şimdi olmaz, nöbetim bitsin, gelen sizi çıkarır tuvalete” Ah diyorum, ben bunu çok yaşadım; burada tuvalet işkence, yemek işkence, onlarla konuşmak daha büyük bir işkence.

Nöbet değişiyor. Bir saat sonra böbreklerime sancılar saplanıyor, kasıklarım patlayacak gibi hissediyorum. Biliyorum, Serhat ile Serdar da aynı durumdalar ama sesleri çıkmıyor. Tekrar kapıyı vuruyorum.

“Ne var ulan! Kim vuruyor kapıya?”

Kulağıma çay kaşığının bardağa değdiğinde çıkardığı ses geliyor, bir an evime gidiyorum, çay içiyorum sıcak sobanın karşısında.

“Ben Ferhat, tuvalete gitmek istiyorum”

“Ulan diğer arkadaş götürmedi mi sizi?”

“Yok, götürmedi.”

“A…. k….yim, neden bana bırakıyor ki?” diye bir küfür sallıyor arkadaşına ve ekliyor;

“Patlamayın, birazdan hepinizi çıkaracağım tuvalete!”

Çay bardağını tekrar karıştırıyor, uzun sürüyor karıştırması. Yudumlarının sesini duyar gibi oluyorum. Çay bana hep dost sohbetlerini hatırlatır; sıcak ve samimi sohbetler.

İkinci bardak, üçüncü derken adam bizi unutuyor. Tekrar sesleniyorum.

“A….niza k…..m, bir daha sesiniz çıkarsa!”

Adamın keyfi yerine gelecek, ben de tuvalete çıkmanın rahatlığını yaşayacağım.

Diğer hücrelerden de sesler yükselmeye başlıyor; “ağabey patladım, ağabey altıma edeceğim” ama “ağabey” in çay keyfini kimse engelleyemiyor, çay içmeye devam ediyor. Çok sonraları sesleri kesmek için olsa gerek bizi tuvalete çıkartıyor ve bir daha o pet şişedeki suyu içmiyorum.

Kaçıncı gündü bilmiyorum. Nöbetçi polis bana seslenerek İstiklal Marşı’nı okumamı istedi. Ben de marşı ezbere bilmediğimden sıkılarak okumaya başlıyorum. “Korkma sönmez bu bu… buu… uuu…” Ancak bütün ezberim marşın üç-beş kelimesinden ibaretti. Okumayı birkaç kere denememe rağmen beceremediğimi gören Serhat, beni kurtarmak amacıyla, ortaya atılarak marşı şiir olarak okuyabileceğini söylüyor ve okumaya başlıyor. Kısacası ben bir kez daha kurtuluyorum. Serhat ise marşı çok ‘’güzel’ ama şiirsel okuyor.

Gece oluyor, sessizlik hâkim ortalığa, kulak kabartıyorum, kamyon sesleri geliyor kulağıma, rampa çıkıyor sanki, sürücüsü gaz veriyor kamyona. Düşünüyorum mülteci kampı civarında bir kamyonu bu denli zorlayacak bir rampa yok. Bir kamyon, bir kamyon daha geçiyor, hepsinden aynı sesleri duyuyorum, anlıyorum mülteci kampında olmadığımızı, ama neredeyiz? İşkence yapabilecekleri yerleri düşünüyorum, Tatvan’ nın etrafında öyle yerler yok. Uzun süre nerede olduğumuz sorusu kafamı kurcalıyor. İkinci gece olmuş ama hâlâ sorgu başlamamış, bekliyorum, önce beni alacaklar diye bekliyorum. Zamanı sadece tahmin ederek hesaplıyorum, nöbet değişimi ve ezan sesleri tahminlerime destek oluyor. Gecenin bir vakti, bir hücrenin kapısı açılıyor, sessizce kulak kabartıyorum acaba kimi aldılar diye, ama bir şey anlamıyorum.

Az sonra yüreğimi parçalayan bir feryatla tüm duygularım ayaklanıyor, ayağa kalkıyorum, çığlıklar hücremin içinde yankılanıyor, Serhat’ın çığlıkları bu, sanki etinden parça koparıyorlar. Çaresizlik esir almış beni, elimden bir şey gelmiyor. Serhat’ı düşünüyorum, o temiz yüreğini, o temiz yüzünü, o temiz göz bebeklerini kirletiyorlar. O güzel insan çirkin insanların elinde acı çekiyor. “Diren Serhat’ım diren! Sana yakışan direnmek diye bağırmak geliyor içimden. Serhat bağırıyor, Serhat acı çekiyor, ben hücremde sessizce ağlıyorum, aynı acıları yeniden yaşıyorum. Daha önce de duydum yoldaşlarımın, kardeşlerimin işkencelerdeki çığlıklarını ama Serhat bir başka bağırıyor sanki. Hangi yöntemi uyguluyorlar ona; falaka mı, Filistin askısı mı, kum torbası mı? Belki de hepsini. Uzun sürüyor Serhat’ın sorgusu, mola vermiyorlar, bir an önce bir şeyler söyletmeye çalışıyorlar. Serhat bir şey bilmediği üzerine bütün yeminleri sıralıyor, bilmediğini söylüyor, onlar inanmıyor işkenceye devam ediyorlar. Bir süre sonra ortalık sakinleşiyor, sesler kesiliyor, hücrelerde ölüm sessizliği başlıyor. Bu sessizlik uzun sürmüyor çığlıklarla yerimden fırlıyorum. Yine Serhat’ın sesi, yine işkence yapıyorlar ona ve Serhat hala direniyor. “Direnmeye devam et! Hiçbir şeyi kabul etmezsen kısa sürede çıkarsın!” diyorum kendi kendime. Serhat’ın çığlıkları iniltiye dönüşüyor, bir süre sonra tümden kesiliyor, bir çuval gibi hücresine atıyorlar onu. Sıra kimde acaba diye düşünürken, Serdar’ın sesini duyuyorum, hücresinde bir şeyler soruyorlar ona ama anlayamıyorum ne sorduklarını, çünkü kafam Serhat’la meşgul. Merak ediyorum onu, ne haldedir, canlı bir cenaze gibi yatıyordur şimdi hücresinde, yanında olsam yaralarını sarsam, moral versem ona. Nemli tahtaların üzerine oturup için için ağlıyorum. Serhat’a ağlıyorum, ailesinin tek oğlu, nazlı, iyi yürekli bir çocuk olan Serhat‘ a.” Bu gece dokunmazlar ona bir daha” diyorum kendi kendime ve bu düşünce ile uykuya dalıyorum ıslak döşemenin üzerinde. Yine çığlıklarla bölünüyor uykum, yine Serhat’ın sesi, yine işkenceye alınmış. Sabahın ilk ışıklarına kadar sürüyor işkence. Sabah oluyor yine çocuk sesleri geliyor kulağıma. Akşamki çığlıkları duymuş mudur çocuklar diye merak ediyorum. Serhat’ı düşünüyorum; hiç sesi çıkmıyor, başka bir yere mi götürdüler onu, yoksa hastaneye mi kaldırdılar? Hücremde bu düşünceler içinde kıstırılmış bir kedi gibi oradan oraya dönerek akşamı ediyorum. Serdar‘ın hiç sesi çıkmıyor, ona işkence edilmiyor, arada gelip birkaç soru sorup gidiyorlar. İftardan sonra yine mesailerine başlıyor cellatlar. Serhat‘ı işkenceye alıyorlar. Serhat “bilmiyorum” dedikçe, onlar “biliyor-sun” diyorlar ve daha yoğun bir işkence uyguluyorlar. Silahların yerini soruyorlar. Silahlar bulunmuştu, başka hangi silahları istiyorlar ki. Serhat çığlıklar atıp bilmiyorum dedikçe kalbim sıkışıyor, yüreğim parçalanıyor, çaresizlik içinde kıvranıyorum hücremde. Beni işkenceye almıyorlar, Serdar’a gelip sadece sorular soruyorlar, o da “bilmiyorum” diye cevap veriyor, bütün işkenceyi Serhat’a uyguluyorlar.

Sorguda

Gözaltına alınışımızın beşinci günü öğleden sonra hücremin kapısı açılıyor. Benden önce kaç kişiyi karanlıkta bırakan, o irinli, pis gözbağını gözüme bağlayıp hücremden çıkarıyorlar beni. İşte bir bilinmezlik sona eriyor, sıra bana geldi diye seviniyorum. Dışarıda bir metre kar yokmuş gibi sıcak bir hava yalıyor vücudumu. Bir odaya giriyoruz, sandalyeye oturtuyorlar beni, gözbağımı açıyorlar. Yoğun bir ışık demeti gözlerimi kamaştırıyor, etrafımda olanları göremiyorum. Sessizlik hâkim odaya. Önce konuşacaklar, sonra işkenceye alacaklar diye geçirirken aklımdan, biri giriyor odaya ve karşıma geçip;

“Nasılsın Ferhat?” diyor.

“İyiyim.”

Bildik soruları sorup duruyorlar. Bir an önce konuya gelsinler istiyorum. GBT’yi incelediklerini, hakkımda her şeyi bildiklerini söylüyorlar, özgeçmişimi anlatmamı istiyorlar. Şaşırıyorum isteklerine, özgeçmiş sorgunun bittiği gün istenir, bunlar neden şimdi anlatmamı istiyorlar?

“Kaç kere tutuklandın?”

“Sayısını unuttum” diyorum ama biliyorum yirmi sekiz kere tutuklandığımı, onlara söylemek gelmiyor içimden o an.

“Ooo, Ferhat Bey, demek sayısını hatırlamıyorsun ama biz sana hatırlatırız”

“Newroz’dan ya da Diyarbakır’dan başlayalım istersen” diyor ışığın arkasındaki.

“Konuya direkt gir sene kardeşim, bununla fazla zaman kaybetmeyelim” diyerek müdahale ediyor bir diğeri.

‘Ferhat, seni neden gözaltına aldığımızı biliyor musun?’

“Hayır, bilmiyorum.”

“Amca çocukların PKK’nın silahlarım saklıyorlardı. Biliyoruz senin haberin yok o silahlardan. Biz amca çocuklarını aldıktan sonra silahların yerini öğrenir saklarsın diye seni tedbir olarak aldık. Şimdi silahlar da zanlılar da elimizde. Seni de onlara ortak edebiliriz, bunu yapmak istemiyoruz, basit bir ifadeni alıp bırakabiliriz de karar senin.” Bu konuşmalar esnasında düşünüyorum; bunlar benden ne istiyorlar? Silahlar bulunmuş, bunlar neyin peşindeler? On beş günlüğüne geldim buraya, daha fazlası için hazır değilim, o yüzden söylenen hiçbir şeyi asla kabul etmeyecektim.

“Anlamadım, ne kararından söz ediyorsunuz?”

Tok ve kendinden emin bir ses;

“Tatvan’ı terk edeceksin Ferhat Bey!” diyor. “Bey” derken sesindeki küçümseme kulaklarımı tırmalıyor, rahatsız ediyor beni.

“Neden terk edecekmişim Tatvan’ı?” diye soruyorum şaşırmış bir halde.; Çünkü istedikleri şeyi algılamakta zorlanıyorum.

“Biz öyle istiyoruz!” diye cevap veriyor biri ukala bir şekilde. Işıktan kamaşan gözlerimi kaçırmak istiyorum ama olmuyor, ışık bütün parlaklığıyla esir almış gözlerimi. Köşede oturan biri;

“Kapatın şu ışığı Ferhat’la rahat konuşalım” diyor.

Bir anlık sessizlikten sonra ışığı kapatıyorlar. Yoğun ışık gitmiş, artık etrafı seçebiliyorum. Odada yedi sekiz kişi var ama benimle sadece üç tanesi konuşuyor, diğerleri varlıklarını hiç hissettirmiyorlar, ben yokmuşum gibi davranıyorlar. Hiçbirini tanımıyorum. Odayı, duvarları inceliyorum. Duvarlar ses geçirmesin diye izolasyon yapılmış.

“Ee, ne diyorsun?”

Ben Tatvan’ı terk edemem, esnafım burada, ayrıca Esnaf Kefalet kredi Kooperatifi başkanıyım, Tatvan’ı terk etmem mümkün değil.”

“Edeceksin o.… çocuğu, edeceksin! Biz seninle pazarlığa mı oturduk ki terk edemem diyorsun”

Sadece susuyorum. Tatvan’ı terk edeceğim fikri bir gülle gibi oturuyor yüreğime.

“Yoksa Şevket gibi mi olmak istiyorsun? Ya terk edeceksin Tatvan’ı ya da meçhul bir cinayete kurban gideceksin!”

Duyduklarımla ürperiyorum. Bunlar çok ciddiler. O yoğun ışık kapatıldığı için yüzlerini görebiliyordum, tanınmaktan korkmuyorlardı. Beni Tatvan’dan göndermeye kararlıydılar. Oysa herkes gibi bende doğduğum yere aşıktım. Aşkımı nasıl terk edebilirdim?

“Bir seneden önce gidemem buralardan” diyorum. Çok komik bir fıkra anlatmışım gibi katıla katıla gülüyorlar.

Onlar mı beni ciddiye almıyor, benim mi onları. Tekliflerini ciddiye almadığımı düşünüyorlar. Gülmeleri bitince biri cevap veriyor.

“Olmaz hemen gideceksin Tatvan’dan!”

“Nasıl olur? ben hemen gidemem”

“Gidersin… gidersin. Senin yüzünden çok baskı görüyoruz, emir yukardan.”

Anlıyorum çaresizliklerini, ama onlar beni anlamıyorlar. Tatvan’dan göndermek için emir almışlar ama ben hemen gidemem ki.

“Tamam altı ay sonra giderim” diyorum.

“Ferhat, sabrımızı taşırma, seninle pazarlık etmiyoruz biz, Tatvan’ı terk edeceksin diyoruz, o kadar”

“Bunu işkenceye alalım, bakın yarın nasıl gidiyor buralardan” diyor bir diğeri. Anlaşıldı, direnirsem sonu işkence olacak. Şimdi tatlı sert bir üslubu yeğ tutuyorlar.

“Anlamıyor musun Ferhat! Emir var emir! Gideceksin be kardeşim!”

“Siz de beni anlamıyorsunuz. Ben esnafım, alacağım var, vereceğim var, eşim memur, ha diye nasıl gideriz?”

“Bak oğlum. Biz sana adam gibi muamele ediyoruz, göster adamlığını, çek git buralardan.”

“Hiç olmazsa üç ay süre verin bana”

“S… t ir git o., çocuğu, sana bir hafta süre tanıyoruz ya gidersin ya da sorumluluk sana aittir!”

Konuşmasından Karadeniz’ li olduğu belli olan karga burunlu, al yanaklı, işini inanarak yapan ve bunu hissettiren biri;

‘Alın ifadesini, bırakın gitsin, olacakları kendisi düşünsün!” diyerek kapıyı hızla çarpıp çıkıyor odadan. Bir anda ölüm sessizliği kaplıyor odayı. Kendisine ilk gelen polis;

“Ferhat, sen müdürü çok kızdırdın, şimdiye kadar hiç böyle sinirlenmemişti, hadi biz senin ifadeni yazalım şimdi” diyor.

Daktiloya kâğıt takılıyor, bir şeyler yazılıyor. Daha önceki tecrübelerimden biliyorum; bir özgeçmiş yazıyorlar. Soru yok, cevap yok, işkence yok (Tabi ki fiziki işkence yok.)

O iğrenç gözbağıyla tekrar gözlerimi bağlayıp, çıkartıyorlar beni odadan. Geride iki can bırakıyorum, kendimi eksik hissediyorum. Bu eksiklik duygusuyla hücreme geri dönüyorum.

Sorgulanmam sırasında başkalarına işkence yapılmamıştı. Şimdi asli görevlerine devam edeceklerdi. Yine tanrıları ağlatacaklar, yine Hitler’in kemiklerini sızlatacaklardı.

Öğleden sonra, gözlerim bağlanarak hücremden çıkartılıp bir polis minibüsüne bindiriliyorum. Bir müddet gittikten sonra gözlerimi açmamı söylüyorlar. Nereden geldiğimizi tahmin edemiyorum ama Tatvan Devlet Hastanesi’ne geldiğimizi görüyorum. Daha önce hiç görmediğim iki sivil polisle birlikte acil servise gidiyoruz. Doktora bir evrak uzatıyorlar, doktor; “Bu adamın girişi yok, sadece çıkışına nasıl rapor verebilirim?” diyor.

Anlıyorum ki gözaltına alındığımda beni hastaneye götürmeyi ‘’unutmuşlar’’. Bu işleri iyi bilen bu adamlar, böyle basit bir şeyi nasıl unutabilirler? Aklıma alındığım gece yaşadıklarım geliyor. Bunlar beni gerçekten öldürmeyi mi planlamışlardı? Bu kadar sıradan bir işlemi nasıl unutabilirlerdi? Bir faili meçhulden mi dönmüştüm? Onlarca soru beynime hücum ediyordu, ama hiçbirine cevap bulamıyordum.

“Leyzı rumı zehf in” diyorum. (Rum’da uyun çoktur. Buradaki kasıt Türk’tür.)

Doktor “evrakları imzalayamam” diyor, polisler tehdit ediyorlar onu.

“Ferhat’ın nerden geldiğini bitiyor musun? Onun geldiği yere gitmek istemezsin değil mi? Onun başına gelenlerin fazlası senin de başına gelebilir, ona göre ver şu raporu!”

Doktor, korkudan rengi kaçmış bir şekilde imzalıyor raporu. İmzalarken de yaptığı işin yasal olmadığını söylüyor. Suçlu benmişim gibi hıncını benden çıkartıyor. Boyun eğişi zoruna gitmiş anlıyorum, karşılık vermiyorum ona. Girişte sağlam olduğuma, çıkışta da herhangi bir darp izine rastlanmadığına dair raporu veriyor, Doktor beni muayene etmeden raporu imzalıyor. Böylece hem girişim hem de çıkışıma dair rapor aynı gün alınıyor. Emniyet Müdürlüğü’ne geri dönüyoruz. Terörle Mücadele Şube Müdürü’nün benimle konuşmak istediği, akabinde savcılığa çıkarılacağım söyleniyor. Bekliyorum ne müdür geliyor ne de savcılığa çıkartılıyorum. Bir süre sonra, telsizle gelen bir emirle serbest bırakılıyorum. Savcılıkta tutuklandığıma dair bir tutanak var mı hâlâ bilmiyorum.

Emniyet müdürlüğünden ayrılıp bir taksiye biniyorum. Güneş battı batacak gün bitmek üzere, eve geliyorum Eşim balkonda temizlik yapıyor. Ertesi gün bayram. Ben olsam da olmasam da bayram yaşanacak, insanlar gelecek, eşim onun telaşı içinde. Kötü görünüyorum; kirliyim, sakalım uzamış. Eşimle kısa bir görüşmeden sonra işyerime gidiyorum, işleri kontrol etmek istiyorum ama her şey karışmış, ancak bayramdan sonra düzeltebilirim. Tekrar eve geliyorum. Amcam, yengelerim gelmiş. Hepsi de neler olduğunu merak ediyor, çeşitli sorular soruyorlar. Anlatıyorum, ama üzülmesinler diye işkenceleri anlatmıyorum. Onlar anlıyorlar duruşumdan her şeyi. Bir ara gizlice amcama Tatvan’dan gitmemi istediklerini söylüyorum. Amcam yıkılıyor, ailenin bir ferdi daha sürgüne gidecek diye üzülüyor. Bayram buruk, bayram Sağnıç ailesinin evine gelmemiş. Bayram sabahı büyük amcama gidip, bütün bayram süresince orada kaldım. Misafirlerden fırsat buldukça durumumu konuşuyoruz. Gidip gitmeyeceğimi soruyor, elimden geldiğince uzatacağımı söylüyorum. Yoğun bir bayram ziyareti yaşıyoruz, gülmeyen bir yüzle, içimiz kan ağlayarak ağırlıyoruz misafirleri. Aklım hep Serhat’ta. Hâlâ işkence ediyorlar mıydı ona? Serdar’ı da almışlar mıydı işkenceye? Onlar işkencede ben bayramda. Kendimi kötü hissediyorum. Ailede bayram sevinci yok.

Bayramdan sonra işyerimi açıyorum. İşleri düzene sokmam gerekiyordu, çünkü hayat devam ediyordu. Evrakların arasında boğulur gibi oluyorum. Birkaç yıldır bu işleri Serhat yaptığı için ben unutmuştum. Ben evraklar arasında sıkışıp kalmış çözümler üretmeye çalışırken, amca çocuklarına işkence yapan ekip geliyor işyerime.

“Sen hâlâ burada mısın?” diyorlar.

“Evet buradayım, işlerim var ve bu işleri halletmem gerekiyor!” diyorum.

“Oğlum, canın mı kıymetli, işlerin mi? Çek git buralardan. Bu sana son uyarımız, haberin olsun!”

Kısa sürede gidemeyeceğimi, işlerimi toparlamam gerektiğim tekrarlıyorum onlara.

“Sen bilirsin Ferhat, sen bilirsin!” diyerek gidiyorlar.

Ben yeniden işlere dalıyorum, akşama kadar çalışıyorum. Ertesi günü aynı işlere devam ediyorum. Bu arada Serhat’ın çığlıkları kulağımdan hiç gitmiyor. Amcam geliyor işyerine, onu da tehdit etmiş polisler, benim gitmem için ona da baskı yapmışlar. Ben kulaklarımı tıkıyorum tehditlere ama yürek bu, korkuyorum tabii ki. Normal yaşantıma da devam ediyorum. Yirmi gün sonra Serhat ile Serdar tutuklanıp Bitlis cezaevine konuluyorlar. Serdar iyi ama Serhat ben çıktıktan sonra da yoğun işkence görmüş, kötü durumda.

Bahar gelmiş ülkeme, bahar gelmiş ülkemin dağlarına. Karlar erimeye başladı, toprak uyandı derin uykusundan, toprak kokusunu yayıyor etrafa, insanın içini kıpırdatıyor ama ben yaşayamıyorum baharın canlılığını, güzelliğini. Polislerin tehdidi Demokles ‘in kılıcı gibi başımın üstünde sallanıyor, hep peşimdeler, her yaptığım izleniyor, her görüştüğüm kişi sorgulanıyor, tehdit ediliyor. Ruhum bir cenderede sıkışıp kalmış gibi çaresiz bekliyorum olacakları. Bir gün arkadaşlarımdan biri olan Nedim Kardoğan;

“benden duymuş olma ama eşinin sürgünü çıkmış” diyor. Böyle bir şeyi bekliyordum ama bu kadar kısa sürede değil. Pek oralı da olmuyorum ne olacaksa olsun, artık her şeyi akışına bırakıyorum.

Bir cuma günü sat on iki gibi eşim arıyor beni;

Ferhat sana kötü bir haberim var” diyor.

“Sürgünün mü çıktı?”

“Sen nereden biliyorsun?”

“Hiçbir şeyi imzalama, ben geliyorum!”

“Ben kararnameyi imzaladım bile” diyor.

“Bekle geliyorum.”

“Gelme, derse gireceğim!” diyor.

Sinirleniyorum.

“Ne dersi, senin sürgünün çıkmış, imzalıyorsun evrakı, bir de derse mi giriyorsun? Bekle hemen geliyorum!”

” Çocukların suçu ne?” diyerek kapatıyor telefonu.

O kızgınlıkla eşimin çalıştığı okula gidiyorum, müdürün odasına giriyorum, neden evrakı imzalattı diye azarlıyorum müdürü. Eşim de odada ama kızgınlığımdan onu hiç görmüyorum, neredeyse müdürü döveceğim. Eşim giriyor araya;

“Ferhat, sakin ol, müdürün yapabileceği bir şey yoktu. Kaymakamlık polisle gönderdi evrakı, polis zoruyla imzaladım” diyor.

Eşimi de alıp ayrılıyorum okuldan. İkimiz de sessiz, ikimiz de üzgünüz. Biraz sonra sürgün yerini soruyorum.” Çorum” diyor. Lanet olsun! Çorum Kürtleri sevmez. Karadeniz’in geri kalmış, devrimcilerin katledildiği yerlerden biridir Çorum! Eşimi çarşıda bırakıp işyerime dönüyorum. Beynim çatlayacak gibi. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bir şeylere hemen karar vermem gerekiyor. Sürgün durdurulamaz. Olağanüstü Hal Valiliği ‘nin verdiği sürgünleri durmak mümkün değil.

Başka çareler bulmalıyım. Eşim arıyor yine, polisler güpegündüz taciz ediyorlar onu sokak ortasında, bir arkadaşının işyerine sığınıp beni arıyor. Gidip alıyorum onu sığındığı yerden, eve bırakıyorum. On günlük süresi var sürgünün ve hemen karar vermemiz gerekiyor ya istifa etmeli ya da Çorum’a gitmeliyiz. Peşimde sivil polis otosu ile işyerime geliyorum. Polis her yerde peşimde. Tekrar eşimi arıyorum, Ankara’ya gideceğimizi, tayin işini halletmeye çalışacağımızı söylüyorum. Geceyi durgun ve sessiz geçiriyoruz. Amcama son gelişmeleri haber veriyorum, ne yapacağımı bilemediğimi söylüyorum. Aile ikinci kez şok oluyor bu haber ile. Devlet beni Tatvan’dan çıkaracak, bunun için ne gerekiyorsa yapıyor. Oyunun kurallarını kendi koymuş, ben kendi kurallarımı belirlemeye çalışıyorum. Güçler dengesi onlardan yana. Çaresizlik içinde lanet okuyorum sadece. “Çok sevdiğim toprağımdan ayrılmaya zorlanıyorum. Bu kez yine onlar kazandı. Bir gün mutlaka ben kazanacağım. Ama mutlaka!” O an gitmek için kararımı veriyorum. Serbest kalışımın ikinci ayında beni Tatvan’dan çıkaramayan polis, eşimi sürgün ederek çıkarmayı başarmıştı.

Pazartesi sabahı arkadaşım Salih Sarı, eşim ve ben birlikte Ankara’ya gidiyoruz. Birkaç girişimden sonra OHAL’ in sürgünlerinin durdurulamayacağını bir kez daha kesin bir şekilde öğrenmiş oluyoruz. Millî Eğitim Bakanlığı’ndan bir yetkili OHAL dışında Türkiye’nin başka herhangi bir yerine tayinin yapılabileceğini söylüyor bize. Kendi topraklarımızda yaşama hakkımız elimizden alınıyor elimizden.

Eşimle Türkiye haritasından bir yer bulmaya çalışıyoruz. Adana’yı sıcak olmasından dolayı eliyoruz, İstanbul olmaz, çok büyük içinde kayboluruz. İzmir, Bursa olabilir. Ama son karar olarak Ankara diyoruz. Ankara yabancı bize, tıpkı bizim ona yabancı olduğumuz gibi. Yeniden başlamanın adını Ankara koyuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi Ankara.

Eşimin okuluna yakın bir ev kiralayıp Tatvan’a geri dönüyoruz. Bu Tatvan’a son gelişimiz olacak. Birkaç gün içinde terk etmeliyim bu toprakları. Çünkü ölümü ensemde hissediyorum.

Korku artık dağları değil beni bekliyor. Polis gitmeyeceğimi anlarsa başıma çok şey gelebilir, biliyorum, içimde kopan fırtınaları eşimle bile paylaşamıyorum. Tanrı kadar yalnız hissediyorum kendimi.

Sürgün

Bir çarşamba sabahı evimi yüklüyorum sürgüne. Akşamdan sarıp paketlediğimiz eşyalarımızı bir kamyona yüklemeye başlıyoruz. Elim hiçbir şeye gitmiyor. Kendimi bir kabusta sanıyorum. Evet bu bir kâbus, uyanınca bitecek, bitmeli diyorum. Habip Sağnıç amcam kamyonun başında eşyaları yüklemeye nezaret ediyor. Onu orada kamyonun başında öyle görmek içimi acıtıyor. Gözyaşlarım aktı akacak, tutuyorum kendimi, beni öyle görmesinler istiyorum ve arabama binip işlerimi halletmek üzere şehir merkezine gidiyorum. Alacaklarımı, borçlarımı kapatmak istiyorum. Arkamdan dedikodusu yapılacak, iş ahlakıma dokunacak hiçbir pürüz bırakmak istemiyorum. Bütün vadeli vadesiz borçlarımı ödüyorum. Bu arada polis hep peşimde ve hiç rahat vermiyor. Alacaklarımı tahsil etmek istiyorum, esnafları dolaşıyorum; “Paramız yok, veremeyiz” diyorlar. En azından yarısını verin, Tatvan ‘ı terk ediyorum, onun için ödemeniz gerekiyor” deyip onlardan ne kadarını alırsam kârdır mantığı güdüyorum. Pek çoğunu tahsil edemiyorum. Zaten yaşadığı yeri terk edenin alacağı ödenmez diyorum kendi kendime. Polisten rahatsız oluyorum. Bugün bunlar beni öldürecek. Bir arkadaşın işyerine sığınıyorum, onlar da peşimden geliyorlar. Sinirlerimi kontrol edemiyorum, ne olacaksa olsun, bitsin bu işkence!

“Nevzat Bey bugün saat on beşte Bingöl yoluyla kendi arabamla Ankara’ya gidiyorum.”

“Biliyoruz Ferhat Bey, biliyoruz” derken kazandıkları zaferin alaycı gururunu gösteriyorlardı bana.

Bütün gün gözlerime hücum eden gözyaşlarını düşmana sıkılacak birer kurşun gibi kelimelere dönüşüp dökülüyor dudaklarımdan.

“Bir hesabınız varsa benimle, Bingöl’ün dağları buna müsaittir.

Neden durmadan peşimdesiniz? İstediğiniz oluyor, gidiyorum buralardan, bırakın da son gün işlerimi halledeyim.”

Alaycı bir ses tonuyla cevap veriyorlar bana.

“Sinirlenme Ferhat SAGNIÇ! Biz seni takip etmiyoruz, sana öyle gelmiştir.”

Esnaf arkadaşımla vedalaşıyorum. Çıkarken kurt ile kuzu misali göz göze geliyorum polislerle. Kurt mutlu ve gururlu, kuzu kaderine razı ama onurlu. Sinirlerim bozuk, duygularım karmakarışık eve gidiyorum. Yaşlı amcam eşyalarımız kırılmasın diye titizlik gösteriyor, işçileri azarlıyor. Anlıyorum onun da sinirleri bozulmuş, dayanamıyorum bu olanlara tekrar işyerime gidiyorum. Koyu bir çay içiyorum, dudaklarımı kemiriyorum ama hiçbir şey içimde kopan fırtınayı dindiremiyor, bir türlü sakinleşemiyorum, yaşadıklarım çok dokunuyor bana.

Borçlarımı ödemiş olmanın rahatlığı var içimde. Alacaklarım kalmış, olsun diyorum. İşyerini bir dostumun oğluna devrediyorum. Eve gidiyorum tekrar. Bütün eşyalar yüklenmiş, saat üçe geliyor; gitme zamanı gelmiş. Amcamlarla, eşleriyle, çocuklarıyla vedalaşıyoruz. Gözyaşları yağmur gibi akıyor. Bu göç, bu sürgün ne kadar sürecek kimse bilmiyor. Bilinen tek şey ülkemden ayrıldığımızdı. Yavaş hareketlerle arabaya biniyorum, kurşundan ağır bir hava var içerde. Arkamızdan su döküyorlar. Bilirim gidenin arkasından dökülen suyun geleneksel anlamını. Gidenler erken dönsün diye dökülen bu su bizim için de geçerli olacak mıydı? Dayım İsa Şengül, eşi, Fazilet kızı İlknur ve oğlu şehrin çıkışma kadar eşlik ediyorlar bize. İşte Tatvan’ın çıkışındaki rampa, işte kışın efsanevi kraliçesi Rahva ve mağrur Tatvan! “Özleyeceğim seni, benim bahtı kara ülkem.”

Muş’a dönen yol üzerindeyiz. Duvar gibi yükselen kar saklayamıyor Şevket Epözdemir’ in katledildiği yeri. Kararlaştırmışız gibi duruyoruz orada vedalaşmak için. Hem Şevket Ağabey’le hem dayım ve ailesiyle hem de ülkemle. İniyoruz arabalardan. Dayımın elini öpmek için eğiliyorum, bırakmıyor öpmeye, boynuma sarılıyor. Ağlıyor o Selvi boylu dayım. Bütün gün gözlerimde dolaşan bulutları özgür bırakıyorum artık, ağlıyorum hem de sesli sesli. Yengem, çocuklar, herkes ağlıyor. Rahva ağlıyor, dağlar ağlıyor, ülkem ağlıyor.

Bin bir zorlukla vedalaşıyoruz. Arabaya biniyorum, başımı direksiyona dayıyorum, ağlıyorum. Arabayı hareket ettirmem lazım ama yapamıyorum, yüreğim elvermiyor gitmeye. Eşimin “hadi gidelim Ferhat” demesiyle kendime geliyorum, çalıştırıyorum arabayı. El sallıyoruz geride kalanlara. Dayım hâlâ ağlıyor el sallarken bize. Onun yüreğini hissedebiliyorum; her zaman güçlü olan yüreğini.

Geride kalan dayım ve ailesi artık görünmüyorlar. Ben bu yaşadıklarımıza inanmak istemiyorum, yediremiyorum kendime bu sürgünü. Eşim teselli etmeye çalışıyor beni, elini omzuma atarak güç vermek istiyor. Ben sesli sesli ant içiyorum. “TATVAN, SANA DÖNECEĞİM! HEM DE ÖZGÜR BİR KÜRT OLARAK DÖNECEĞİM! SÖZ VERİYORUM!”

Yol boyunca Tatvan’ı kazıyorum beynime ve yüreğime. Uzun süre yol aldıktan sonra Bingöl’ün dağlarına geliyoruz. Aklıma birden polislere verdiğim randevu düşüyor, telaşlanıyorum, gaza basıyorum. Ya gerçekten yolumu keserlerse…

Bu satırlar yazılırken, eşim, iki çocuğum ve ben, hâlâ Ankara’da sürgün hayatı yaşıyoruz.

15 Haziran 2003

ANKARA

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

9 − four =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla