Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

ZORLU YILLAR 4. bölüm

ZORLU YILLAR

Her yer karanlık, güneş sadece askerlerin üstüne doğmuş. 12 Eylül’den sonra konulan sokağa çıkma yasağı kaldırılmış, Kadıköy’de bir arkadaşla dolaşıyoruz. Her tarafta asker var, çoğu İstanbullu evinin penceresine bayrak asmış, askeri alkışlıyor. Güçlüden yana tavrını koymuş, terör ortamından kurtulmuş olmanın mutluluğunu yaşıyor.

Biz gençler artık tehlikeliyiz, işin aslı tehlikedeyiz. Adım başı arama var. İlişkiler felç, direniş yok, o devrim için gün sayanlar yok. Çoğumuz tutuklanmış ya da firarda. Ortalıkta kimseler yok, olanlar da tutuklanmayı bekliyor. Belirsizlik ve beklemek yorucu.

12 Eylül’den beş ay sonraydı. Yeni, yeni kendimize geldiğimiz, paniği atlatıp yeniden örgütlenmeye başladığımız dönem. Kavgaya kaldığımız yerden başlayacaktık. Zordu ama bir yerlerden başlamak gerekiyordu.

İşte o günlerden birinin gecesinde evde rapor yazarken dışarıdan araba sesleri geldiğini duydum. Gece yarısını biraz geçe bu sesler hayra alamet olamazdı. Dikkat çekmemek ve olanları görmek için ışığı söndürüp pencereden dışarı baktım. Olağanüstü bir şey yoktu. Yine de tetikte, karanlıkta öylece bekledim. Yarım saat kadar sonra kapı kırılacak gibi çalınmaya başladı. Kapıya gidip usulen,

“Kim o?” dediğimde cevap,

“Doğancılar Emniyet Müdürlüğü, kapıyı açın!” oldu. Kapıyı açmadan;

“Evde yalnız değilim, ailem var, giyinmelerine müsaade edin” diye seslendim. Biraz şaşkın ve tereddütlü bir ses,

“Olur” dedi.

Bu arada annem seslere uyanmış, neler olduğunu soruyordu. “Anne, evi polis bastı, yardım et de şu belgeleri yok edelim” dedim.

Annem, yıllarca kahrımızı çekerken hep olduğu gibi yine tereddütsüz ve sakindi. İşe koyulduk. Artık zamanla yanşıyoruz. Annem mutfakta gaz ocağında, ben banyo sobasında belgeleri yakıyoruz. Babam da uyanmış, ilk şaşkınlığını atmaya çalışıyor. İşimiz uzadı, artık kapı kırılırcasına yumruklanıp tekmeleniyor. Şu anda ne olduklarım hatırlamıyorum ama belgeler yok edilmeli, ele geçmemeli. Zaman kazanmak için tekrar seslendim.

“Az müsaade edin giyiniyorlar”

Birkaç kişi birden yükleniyor olmalılar, kapı kırılmak üzere. Evdeki dumanı henüz dağıtamadık ama açmalıyım artık. Açtım. Ellerinde çıplak silahlarıyla beş on polis içeri girmek için hamle yaptı. Önlerinde dikilip.

“Ayakkabılarınızı çıkarın, burası aile evi!” dedim.

Bir hücre evini bastıklarından emin olan polisler için annemle babamın evdeki varlıkları şok edici olmalı ki tereddütsüz çıkardılar ayakkabılarını. Kimliğimi istediler, verdim. Sonra kardeşim Azad’ı sordular. Burada olmadığını, kendisinden aylardır haber almadığımızı söyledik. Yine de evi aradılar ve kimseyi bulamayınca beni götüreceklerini söylediler. Bir yandan yavrusunu koruma içgüdüsüyle aslan kesilip beni bırakmak istemeyen annemi yatıştırdım, bir yandan da kalın bir şeyler giydim. Anne ve babamın ellerini öptüm, onlara moral verecek birkaç laf ettim ve kapıdan çıktık. Her merdiven başında ellerinde silahlarıyla polisler var. Bu beni hem şaşırttı hem de içten içe, “Ben ne adammışım?” dedirten hafif bir gurur dalgası yüreğimi ısıttı. Sokağa çıktık. Asker sokağı kesmiş, mevzilenmiş. Aralarından geçerken askerlerden biri;

“Ya biz hepimiz bu sakallı için mi geldik, ben tek başıma gelir alırdım” dedi, dediğine bıyık altından güldüm.

Evden çıkarken Doğancılar Karakolu’na götürüleceğim söylenmişti ama polisler beni Selimiye Karakolu’na götürdüler. Birkaç gün orada kaldım. Tatvan’dan gelecek polisler bekleniyor. Nerede olduğumu bilmeyen annem ve babam izimi kaybetmiş olmanın paniğini yaşıyor olmalılar, bense bundan sonra neler olacak düşüncesindeyim. Sanırım beşinci günün sonunda Tatvan Ekibi geldi ilk olarak Azad’ın nerede olduğunu sordular, bilmediğimi söyledim. Bu cevabım üzerine öyle bir ‘senin başına daha neler gelecek neler’ bakışıyla baktılar ki, karakolun komiseri:

“Ferhat iyi bir gençtir, onu incitmeyin” diyerek adamları yumuşatma gereği duydu.

Bileğime kelepçeyi vurup dışarı çıkardıklarında ilk sorulan:

“Senin düşmanın var mı?” oldu.

Önce bunu neden sorduklarını anlamadım ama sonra fark ettim ki bunlar kendilerinden korkuyorlar.

“Ne o Ferhat, komiser de sizin örgütten mi? Demek o da sizden. Bak bakalım başına neler gelecek”

Olacak şey mi bu? Kendi polislerine bile güvenmiyorlar. Dışarıda güneşli ama güneşin ısıtmaya yetmediği soğuk bir kış günü var. Beş gündür görmediğim güneşe bakarken buyurgan bir sesin sorduğu soruyla irkildim.

“Baban nerede?” Bu ne demek şimdi? Bunlar babamı ne yapacaklar?

“Bilmiyorum, beni aldıklarında evdeydi” diyebildim. Doğancılar Karakolu’na geri döndük. Oradan bir ekiple tekrar eve götürüldüm. Kapıyı çaldılar, cevap yok. Ekip otosuna bindirildiğim sırada ağız, burun ve yanağımın birleştiği yere gelen bir yumrukla sersemledim. Ağzım kan doldu, burnum kanıyor, gözlerimden yaşlar akıyor. Kanı silmek için mendilimi çıkardım. Makineli tüfek gibi soru ve tehditler yağıyor.

“Senin boyunu uzatacağız. Silindirden geçireceğiz seni. Sen birinci şubeyi bilmezsin, değil mi? Söyle, baban nerede olabilir?”

“Bil-mi-yo-rum”

Bunu söyleyiş tarzımdan tehdit algılamış olacaklar, öfkeleri arttı, “Görüşürüz” dediler ve yola çıktık.

Vapurla Beşiktaş’a, oradan da otobüsle Gayrettepe’ye gidiyoruz. Otobüs dolu, öğrenciler var. Bana bakıyorlar, kelepçeme bakıyorlar. Bir an kendimi adi bir suçlu, bir hırsız gibi hissettim. İğrenç bir duyguydu. Yüksek sesle “Ben siyasi suçluyum, ne bakıyorsunuz bana böyle?” dedim. Yanımdaki o taviz vermez, o yumruğu balyozdan biraz hafif polis de “Evet ne bakıyorsunuz? O siyasi suçludur” dedi. Önce beni neden desteklediğini anlayamamıştım ama sonra bir daha görmeyeceği otobüs yolcularına karşı kendini önemli göstermeye çalıştığını anladım. Gayrettepe’ye yakın bir yerde indik. Burnumu sildiğim kanlı mendilimi atmamı istediler. Soğuk kış gecelerinde başımı soğuktan koruyan mendilimi istemeye, istemeye attım. Birinci şubedeyiz. Bana işkence yapacaklar ve babamın yerini söyletmeye çalışacaklar. Asla! Bilsem de söylemem. Beni önce şatafatlı döşenişi dikkatimi çeken lüks bir odaya alıp bir süre tuttular. Sonra hiçbir şey sormadan koridora çıkardılar. Yüzümü yıkamak istiyorum. Çişimin geldiğini de fark ettim.

“Tuvalete gitmek istiyorum” dedim.

Kelepçemi çıkardılar, tuvaletteyim. Tertemiz, beş yıldızlı otel tuvaleti gibi bir yer. Günlerden sonra ilk kez aynada yüzüme bakıyorum. Yakalanmadan bir ay önce sakal bırakmaya başlamıştım. Sakalım kirli, saçım kirli, ellerim kirli. Temiz olan tek yerim göz bebeklerim. Biliyorum ki onları kimse kirletemez. Yüzümü yıkarken sakalımda kuruyan kan lavaboda akıp gittikçe ferahlıyorum. Yanımda çirkin mi çirkin ama bir o kadar da kendine hayran, ızbandut gibi bir polis bekliyor. “Bu bana işkence yaparsa hiç acımaz, her bir yumruğu bir yerimi kırar” diye düşünüyorum. Tuvaletten çıktım. Dışarıda polislerim bekliyor. Evet onlar artık benim polislerim, uzun süre yanlarından ayrılamayacağım işkencecilerim. Tekrar otobüsle Kabataş’a geldik. Oradan Sirkeci’ye geçtik. Harem’e gitmek üzere arabalı vapuru bekliyoruz. Vapurun gelmesine daha 45 dakika var. Beni iskeledeki demir parmaklığa kelepçelediler, kendileri soğuktan korunmak için az ötedeki bir taksinin içinde oturmuş beni gözetliyorlar. Kendimi hayvanat bahçesindeki bir maymun ya da ayıya benzetiyorum. Kelepçemi saklayamıyorum, gelen geçen kelepçeme ve bana bakıyor. Her geçene “Ben siyasiyim!” diye bağıramam ki. Geçenlerin kimisi tiksintiyle bakıyor, kimisi anlamaz bakışlarla. Siyasi bilincim, inancım bana aldırmamamı söylüyor. Üstüm başım, sakalım, herhalde tam bir hırsız gibi görünüyorum. 45 dakika 45 saat oldu, hâlâ geçmiyor.

Nihayet vapur geldi. Yeniden Doğancılar Karakolu ‘na gidip başka polisleri de alarak eve gittik. Ben polis minibüsünde beklerken komşular, mahalle bakkalı beni seyrediyorlar. On dakika sonra, gözlerime inanamıyorum, polisler evden babamla birlikte çıkıyorlar. Gözyaşlarım göz pınarlarıma hücum ediyor. İçimden “Olamaz!… Olamaz!” Diye isyan etmem görüntünün değişmesine yetmiyor. Babam bu! Aklım hemen anneme kayıyor. Koskoca İstanbul’da yalnız şimdi. Dil bilmez, okuma yazma bilmez, yol yordam bilmez. Anneme ne olacak? Kim, kim ona sahip çıkacak? Gözlerim zonkluyor. İki gözümün yerinde kor parçalan var sanki. Babamı yanıma oturttular. Eğilip elini öptüm, Kürtçe, “Anneme ne olacak?” diyebildim. Sözcükler dudağımdan çıkmıyor. Annem başının çaresine bakabilecek mi? Parası var mı? Üff ne çok soru var aklımda! Polisler de konuşturmuyor ki. Azad’ı sormak istiyorum, ama yeri değil.

Ekip otosuyla Üsküdar vapur iskelesine gittik, bize refakat eden polisler ayrıldı. Tatvan ekibiyle baş başayız. Vapurla Eminönü ‘ne gidiyoruz. Polisler gururlu, birkaç saat içinde zahmetsizce babamı yakalamışlar ve İkinci Şube’ye gidiyoruz. Burada adli suçluların sorgulandığını biliyorum.

“Ya burada ne işimiz var?” dedim. Artık adli suçlu gibi davranmalarına tepki gösteriyorum. Kocaman bir bina, Nuh Nebi zamanından kalma tahtadan bir kapı. İçeri girdik, birinci şubedeki lüksten eser yok. Bir iki işlem yapıldı, geceyi burada geçireceğimiz, yarın yola çıkacağımız söylendi. Bu arada onlar işlem yaparken babama tekrar Kürtçe annemi sordum.

“Kürtçe yasak! Kürtçe konuşmayın, olmaz!” Ben babamla nasıl Türkçe konuşurum? 21 yıllık yaşantımda tek kelime Türkçe konuşmadım babamla. Utanırım Türkçe konuşmaya, konuşamam. Susarım yine de Türkçe konuşmam! Bu kadar onursuzlaşmam! İkimiz de sustuk, konuşmadık. Oysa annemi sormak istiyorum. Ona para bırakmış mı? Ne yapacak bu kadın tek başına İstanbul’da? Ona ne yapması gerektiğini söylemiş mi? Olsun, madem Kürtçe soramıyorum, sormam ben de. Başka zaman şakır, şakır Türkçe konuşan ben, şimdi tüm Türkçe kelimeler hafızamdan silinmiş, nefretle bakıyorum bana Kürtçe konuşmayı yasaklayan polise. Küçücük bir insan milyonlarca insanın ana dili olan dilimi yasaklıyor.

Müteferrika dedikleri bir yer var burada. Uzunca bir salon. Yüksek tavanlı, pis mi pis, tek tuvaleti olan çıplak zeminli bir yer. Bizi oraya bıraktılar. İçerde iki yüz kişi var. Her tipten insan; pezevenkler, hırsızlar, soyguncular, temiz giyimliler, kirli giyimliler, evsizler, siyasiler. Küçük bir Türkiye. Bu kalabalık içinde babamı nasıl rahat ettiririm, onu düşünüyorum. Birisi ”Ferhat!” diye seslendi. Dost bir ses bu. Sesin geldiği yere baktım. Bunların ne işi var burada? Türk solundan arkadaşlar bunlar. Şaşırdım ama onları gördüğüm için mutluyum. Polisler gece sokaktan toplamışlar, ne yapacaklarına karar veremedikleri için buraya getirmişler. Babamla tanıştırdım arkadaşlarımı. Babam rahat etsin diye onlar da ellerinden geleni yapıyorlar ama hiç lüksümüz yok ki. Çıplak betonda pezevenklerle sırt sırtayız. Bir pezevenk var; parlak, ciyak sarı ceketli. Bundan böyle bunun gibi ceket giyenler bana hep bu adamı çağrıştıracak. Ayağı patlamış insanlar var. Gözleri morarmış olanlar. Herkesin ayrı bir hikâyesi. Ama çok da ilgilendirmiyor beni çünkü ben arkadaşlarımı görmüşüm, onlarla ilgilenmiyorum.

Musaaaaaaaa! Ferhatttttt!

Demir parmaklığın gerisinden resmi giyimli bir polis sesleniyor. Babamdan önce gitmek için yerimden fırladım. İşkenceyse bana yapsınlar, küfürse ben duyayım. Yanına vardığımda polis:

“Sen hangisisin, Musa mı, Ferhat mı?” diye sordu.

“Buyurun ben Ferhat”

“Musa nerede?”

“O burada ama bir şey varsa bana söyleyin.” “Çağır Musa’yı!” “Baba, gazı te dikin”(Seni çağırıyorlar baba)

Polis, babamla beni tepeden tırnağa şöyle bir süzdü;

“Tamam, yerinize geçin” dedi.

“Ne oldu memur bey?” diye sordum. Lakayt bir şekilde:

“Yok bir şey” dedi.

Fazla üstelemedim. Sonradan bu olay dört-beş kez tekrarlandı. Meğerse Tatvan polisi meslektaşlarına hava atmak için kurulacak Kürdistan’ın cumhurbaşkanı ile başbakanını yakaladıklarını söylemişler. Polisler de ellerinin altındaki bir cumhurbaşkanı ile başbakanı yakından görmek için bizi çağırıp, çağırıp doyasıya bakıyorlar. Babama bunu söylediğimde, o polisleri küçümseyen, bıyık altından gülüşünü unutmam mümkün değil.

Geceyi çıplak beton üzerinde geçirmek zor. Babam uyuyamıyor. Onu öyle gördükçe kahroluyorum ama elimden bir şey gelmiyor. Çaresiz, onu düşünceleriyle baş başa bırakıyorum. Çaresizliğim yüreğimi eziyor ve geceyi sabaha deviriyoruz.

Sabah saatlerinde uyanan iki yüz kişi sigaraya sarıldı. Aç karına bir sigara kâfi gelmiyor. Aç karnına sigara içmemek için tuvalette akan suyu içiyorum. Su bu kadar güzel olabilir mi? Kış günü bu kadar soğuk su içilir mi? Kana, kana içiyorum. Döndüğümde babam yok. Nerede olduğunu sorduğumda polislerin dışarı çıkardığını söylediler. Hemen polise gidip sordum;

“Baban sigara dumanından rahatsızlandı, hava alsın diye dışarı çıkardık” dedi, rahatladım. Biz konuşurken polisler demir parmaklıklı kapıyı açıp içeriye daldılar. İçeride terör havası var. Küfürler gırla gidiyor. Anamız, karımız, beşikteki çocuğumuza kadar küfür. Hepimizi sıraya dizdiler. “Herkes sigarasını, çakmağını çıkarsın, çıkarmayanın…….” Öf ne tehdit ama. Çıkardık çaresiz. Sigaramızı, çakmağımızı, kibritimizi topladılar. Tavanla bitişik pencereler açıldı, içeriye ocak ayının soğuğu girmeye başladı. Sigara dumanından eser kalmayıncaya kadar açık bıraktılar. Sigarasız geçer mi o bilinmeze yolculuk? Polise gidip bu yaptıklarının nedenini sordum;

“Baban için yaptık, o sigara dumanından rahatsız oldu” dedi. Olamaz ya, bir tarafta babam diğer tarafta arkadaşlarım ve pezevenkler. Polis istersem bana tuvalette içmek kaydıyla sigara vereceğini söyledi, hemen kabul ettim. Bir paket Marlboro sigarası ve Tokai marka bir çakmak getirdi. Tuvalete giderken arkadaşlara da haber verdim, birlikte içmeye başladık. Bana neden özel davranıldığını sordular, gülerek;

“Babamı cumhurbaşkanı, beni başbakan sanıyorlar, herhalde ondandır” dedim. Gülüştük arkadaşlarla.

Bir saat kadar sonra babamı içeri getirdiler. İyi olduğunu görünce rahatladım ama babamla burada olmak çok zor. Acım, babamın da burada olmasıyla katlanıyor. Ayrıca babamın burada olması annemin yalnız olması demek. Bazen hangi birine kaygılanacağımı bilemiyorum. Kendime mi, babama mı, nerede ve nasıl olduğunu bilmediğim anneme mi?

Öğleden sonra babamın demir parmaklığın önünde bir subayla konuştuğunu gördüm. Merak edip yanlarına yaklaştım. Subay babamla Kürtçe konuşuyor! iyi de daha dün 21 yıllık ana dilim bana yasaktı, bu subay kim ve hangi cesaretle Kürtçe konuşmakta? Ajan mı yoksa? Babam subayı tanıyıp tanımadığımı sordu, tanımıyordum.

“Bu Süleyman Kara” dedi. Süleyman Kara mı? Olamaz! Bu Kürt halkının düşmanı, bu faşist bizimle ne görüşmeye gelmiş ki? O an adama tüm kinimi kusmak geldi içimden. Babamın sonradan söylediğine göre merak etmememizi, bizi bu akşam Tatvan’a götüreceklerini, annemin iyi olduğunu, bir akrabamızın kendisine sahip çıktığını söylemiş. Ben halkımın ‘düşmanı’ o adamla konuşmadım. Düşman her yerde düşmandır. Olacak şey değil, giderken bir de para bırakmış bize.

Yıllar soma Süleyman Kara’nın o gün ne büyük bir cesaret örneği gösterdiğini anladığımda ona içten içe saygı duydum. Düşünce yapısı ne olursa olsun, ulusal onuru ve gururu ona ikinci şubede bizi ziyaret ettirmişti. O da babamla Türkçe konuşamazmış ve çok korktuğunu da sonradan itiraf etti. Süleyman Kara’yla görüştüğümde hâlâ saygıda kusur etmem. O sadece o karanlık dönemin bir askeriydi.

Akşam polislerimiz geldi. Bizi çıkarırlarken arkadaşlardan biri çığlık çığlığa,

“Ferhat! Bir komünist olduğunu unutma, ser ver ama sır verme!” deyip zafer işareti yaptı. Bense bilinmeze yaptığım yolculuğun sonucunu merak etmekteyim. Sadece baktım ve gülümsedim. Çıkmadan önce babamla beni birbirimize kelepçelediler. Paramızın olup olmadığını sordular, babam “Paramız yok” dedi.

Bizi otobüse bindirdiler. Babam kelepçelerimizi gazete kâğıdıyla kapatmaya çalışıyor. Biz yan yana oturduk, onların biri arkamızda biri önümüzde oturuyor. Kaynarca’ya kadar geldik. Yolda simsar olan Hadi Hoca (Abdülhadi Acer) da bize eşlik ediyordu. Kaynarca’da otobüs yolcularını alırken camdan dışarı baktığımda annemi, evet annemi gördüm. Üzgündü, el sallıyordu. Hadi Hoca bizim saat kaçta Kaynarcada olacağımızı haber vermiş, tüm akrabalar orada toplanmışlar. Kalabalığın arasında Azad da var! Ya bu çocuk deli, ne işi var burada? Çaktırmadan gitmesini işaret ediyorum ama o gözleri dolu dolu inadına bize bakıyor. Polisler de Azad’ı fark ettiler ama inip o akraba kalabalığının içinden alamıyorlar. Otobüs hareket ettiğinde ben de polisler de rahatlıyoruz.

Düzce ‘de yemek molası. Babamla beni indirdiler. Tuvalete gitmem gerektiğini söyledim.

“Tamam, babanla beraber girin tuvalete?” Olamaz! Bir insan bu kadar aşağılanamaz. Ben babamın yanında nasıl çişimi yaparım? Hangi ahlaki kurala, hangi değere sığar bu? Demek bu değersizlerin değerlerine sığıyormuş. Belki işe yarar diye büyük tuvalet ihtiyacım olduğunu söyledim. “Olsun” demez mi? Önce babamla Türkçe konuşmaya zorlandım sonra da aynı tuvaleti kullanmaya. İkimiz de tuvalete gitmedik. Polise yemek yemeyeceğimi, beni otobüse götürmelerini söyledim. Kelepçemizi çözüp babamı tek başına kelepçelediler, beni de otobüse götürüp kolumdan koltuğun ayağına kelepçelediler. Polislere babamın yanında sigara içemediğimi, mümkünse babamın önde oturmasını söyledim. Kabul ettiler ve yemeğe gittiler. Sonradan tüm yemek paralarını şoförün, yol paramızı da Hadi Hoca’nın ödediğini ama bu polislerin tüm yolculuk masraflarını Tatvan’a vardığımızda Hacı Dursun Amca’ma ödettiklerini öğrendim.

Yan taraftaki koltukta annem yaşlarında bir kadınla altı-yedi yaşlarında bir çocuk oturuyor. Yolculuk boyunca sürekli bize bakıp durmuşlardı. Kadın, şu an otobüste yalnız olmamdan cesaret alıp

“Oğlum, suçunuz ne?” diye sordu. “Anacım siyasiyiz, yanımdaki de babam.” Neden yemek yemediğimi sordu, yemeği bile işkenceyle yedirdiklerini söyledim.

“Olsun oğlum, ben seni Van’a kadar beslerim, merak etme” dedi.

Çok güzeldi bunu deyişi, içim ısındı. Gerçekten de anacığım yol boyunca beni besledi. Polisler varken benimle hiç ilgilenmiyor, illegal takılıyor, mola verilip polisler otobüsten inince yanındaki çocukla bana yiyecek gönderiyordu. Mola saatlerini iple çeker olmuştum.

İkili koltukta yalnızım. Elim koltuğun ayağına bağlı olduğundan hep yarı yatar durumdayım. Zor bir pozisyon ama canımı dişime takmışım bir kez, asla onlardan bir şey istemeyeceğim. Kelepçe bileğime oturmuş. Bileğimin şiştiğini fark ediyorum. Acıyor bileğim, çok acıyor. Ama beni bekleyen işkencenin yanında bu ne ki? Bingöl’ü geçtiğimizde polis iki elimi birbirine kelepçelemek için kelepçemi çözdüğünde bileğimin omzuma kadar şişmiş halini görünce panikledi.

“Neden söylemedin?” diye azarladı beni.

“Olsun” dedim, “Babamla aynı tuvaleti kullandıran mantıktan bir şey beklemiyorum.”

Otobüsü durdurdu, koluma karla masaj yapmaya başladılar. İki saatlik yolumuz kalmıştı, şişliği indirmesi gerekiyordu ama inmiyordu şişlik. Panik halinde uğraşması hoşuma gitti, kolumun acısını unuttum. Yolun geri kalanında ne bana ne de babama bir daha kelepçe vurmadılar, kelepçelerimizi cebimizde taşımaya başladık. Anacığımla birbirimize gizlice gülümsüyorduk. Onun oğlu da gözaltın-daymış ve nerede olduğunu bilmiyormuş. Oğlu da siyasiymiş.

Tatvan’ın cılız ışıkları bana hep gurbetin bittiğini söylerdi. Yolculuk sonlarında her görüşümde annemin sıcak evini hatırlatır, mutlu ederdi. Ama bu kez ana evine gelmedim. Bu kez Tatvan’da nereye geldiğimi bile bilmiyorum. Nereye götürüleceğim de meçhul, başıma neler geleceği de. Otobüs evimizin arka sokağından geçiyor. Evi görmek için çabalıyorum. Amcamın evini görebiliyorum, ışıkları yanıyor. Biliyor elbet kardeşiyle yeğeninin bu gece geleceğini. Gece yarısı Emniyet Müdürlüğü’nün karşısında otobüsten indik. Soğuk bir Tatvan gecesi. Yerde adam boyu kar. Beni bir titremedir aldı, dişlerim kırılacak gibi birbirine çarpıyor. Titrediğimi görmesinler diye kendimi tüm gücümle sıkıyorum, olmuyor. Soğuktan mı korkudan mı bilemiyorum, tek bildiğim bu titremenin beni zayıf göstereceği.

Tatvan Emniyet Müdürlüğü yeni bir bina, ben Tatvan’dayken yoktu. Dış merdivenleri çıkıyoruz. Acaba bu akşam alırlar mı işkenceye, yoksa ne zaman alırlar ne soracaklar bana? Yıllardır Tatvan’da değildim ki ben. İçerisi sıcak ama sevimsiz. Bizi nöbetçi polise teslim ettiler. Nöbetçi polis sordu;

“Yolda size zorluk çıkardılar mı?” Bizim polislerden biri:

“İlk defa böyle efendi tutuklular gördüm” dedi. Nöbetçi polis:

“Ne de olsa Kürdistan’ ın Cumhurbaşkanıyla Başbakan’ı elbette efendi olacaklar.”

Ya! Bunlar salak valla, ne yapmak istiyorlar, dalga mı geçiyorlar, ciddiler mi? Sanırım ciddiler. Kafalarında bir Kürdistan kurmuşlar ve bizi de Cumhurbaşkanı ve Başbakan olarak atamışlar. Oysa kurulacak Kürdistan sosyalist olacaktı, orada başbakan yoktu ki, olsa olsa genel sekreter olurdu diye biliyordum, yıllar sonra yanıldığımı öğrendim. Babam da ben de cevap bile vermeye gerek duymadık. Bizi nezarethane dedikleri beş metre uzunluğunda, iki metre genişliğinde bir yere attılar. Burada sadece bir genç var, betonun üzerinde kıvrılmış yatıyor. Biz girince kalkıp oturdu. Bize bakıyor, sorular soruyor. Bu akşam Kürdistan Cumhurbaşkanı ‘nın geleceğini o da duymuş, merak ediyormuş. Bunu söylediğinde güldüm ve babamın işte o olduğunu söyledim. Çocuk şaşırdı:

“Bunlar akşamdan beri gelmenizi bekliyorlar, size bir şey yapmadılar mı?” dedi.

Sadece bir polis tarafından karşılandığımızı söyledim.

Ona kim ve nereli olduğunu, ne zamandır tutuklu olduğunu sordum. Van ’lıymış. Beş aydır tutukluymuş ve işkence görüyormuş, Elâzığ’dan Van’a götürülüyormuş. Bu akşamlık burada kalıyorlarmış. Ayrıca gördüğü işkenceleri de anlattı ve Filistin askısına alınırsam parmaklarım çekilmesin diye ellerimi yumruk yapmamı öğütledi. Sohbet sırasında yolda Vanlı bir ana oğulla aynı otobüste geldiğimizi söyledim. İlgisini çekti, ismini bilip bilmediğimi sordu. İsmi söylediğimde ise şok oldu. İnanamıyorum! O iyi yürekli ananın oğluyla beraberim şu an. Ona annesinin yol boyunca benim için yaptıklarını anlattım, onu çok merak ettiklerini söyledim. Böylece o sıcak nezarethanede duygu selleri ile sabahladık.

Çiyayı Artos

(12 Eylül 1980’de sömürgeci faşist Türk ordusunun iktidarı ele geçirmesinden sonra Kuzey Kürdistan’da var olan baskı, işkence ve katliamların dozu daha da artmıştı. Kürdistan’ın birer işkence hane ve mezbahaya çevrildiği bu ortamda, milyonlarca Kürt gibi, bizde nasibimizi almıştık. Elâzığ 1800 Evlerde (8. Kolordu’nun meşhur işkence hanesi) aylarca süren işkenceden sonra Şubat 1981’de başka bir Kawa’cı arkadaşla beraber Van’a götürülürken, Tatvan’da polis hücresinde geçirdik. İşkenceden halim kalmadığı gibi polisler de bizi yatırmıyorlardı. Sonra geç saate bir polis hücrenin mazgalını açarak bana: “Yatma ulan ibne, anani si…, hazır kıtada durun, biraz sonra Kürdistan Cumhurbaşkanı gelecek!” dedi. Yeni birilerinin geleceğini fark etmiştim. Geç saatlerde kapı açıldı. İçeriye zayıf, yorgun fakat gözlüklerinin arkasında umut ışığı parlayan bir ihtiyar ve benden daha yaşlı olan bir genç girdiler. İlk defa görüyordum: “Polisin, Kürdistan Cumhurbaşkanı dediği ihtiyar bu mudur?” diye düşündüm.

Annemin yolculuk boyunca onlara yardım etmesi çok hoşuma gitmişti. Sanki benim yanıma geldikleri içine dolmuştu. Halbuki ne onun nede ailenin yakalandığımdan haberleri yoktu. İki, üç yıl devrim yaparız diye yola çıktığımızdan, anneyi ve aileyi düşünecek zamanımız kalmamıştı. Fakat bir an annemin hayatı hücrede bir film şeridi gibi gözlerimin önünde geçti. Bütün hayatı çile ve acıyla geçmişti. Alikan Aşiretinden olup amcasının oğlu ile evlenmiş, fakat kocası genç yaşta öldüğünden baskı sonucu iki çocuğunu istemeden geride bırakarak babamla evlenmişti. Evlenirken babamın evli ve çocuk sahibi olduklarını bilmiyormuş. Fakat yapacağı fazla bir şey olmadığından her şeye katlanarak çileli yaşamını sürdürdü.

Çok dürüst, fedakâr, yardımsever, cesaretli ve yiğit bir kadındı. Aşiret geleneğinden gelen geleneğini bırakmamış, sürekli tabanca taşıyordu. Bizi gerek aile içinde gerekse aile dışındaki tehlikelerden hep kurudu. Babamla evlendiğinde hem aile içinde hem de Westan’ (Gevaş) ın ahalisi tarafından ‘Jınka Koçer (Alikan’lı olduğu için)’ diye hor görüldü. Fakat zamanla kendisini hoşgörüsüyle, efendiliğiyle ve cesaretiyle kabul ettirmişti. Fakat siyasete bulaşmamı istemiyordu. Hep şunu söylüyordu: “Yapmayın oğlum yapmayın, yazıksınız. Siz devleta Rumiyi tanımıyorsunuz. Bunlarda ne din ne iman nede merhamet var. Bu devlet zalim bir devlettir. Biz köydeyken, tahsildarlar bile jandarmayla köye gelip, vergi toplamak için köylüleri nasıl işkencelerden geçirdiğine çok tanık olduk. Zilan deresinde binlerce ihtiyar, çocuk, kadın ve hamile demeden katlettiler. Kırık iki tabancayla nasıl Kürdistan’ı kuracaksınız!” derdi. Fakat otobüste Kürt siyasilerine yardım ederek, Kürdistan devrimine katkı sunmuştu. Demek ki bana söyledikleri ile içinden geçenler ayrıydı. Cezaevinden sonra (1988) kendisine otobüste siyasi bir genç ile babasına yardım ettiğini anlattığımda: “Evet doğru ama sen nerden biliyorsun? Sana hiç anlatmadım ki!” dedi. “Bana anlatmadığın doğru ama o genç ile babası o gece Tatvan’da benim kaldığım hücreye geldiler” dedim. Şaşırdı, afalladı, önce inanmadı sonra: “Şu Allah’ın hikmetine bak! Ulan oğlum bilseydim, seni görmeye gelirdim” “Gelseydin bile görüştürmezlerdi, çünkü hala işkencedeydik” Ellerini havaya kaldırdı: “Hey Allah’ım sen büyüksün, sen şu gençlerin ahını bu zalim devletin yanında bırakma. Fitil, fitil ağızlarından getir” gözlerinden yaş aktı, “Biliyor musun oğlum, ben onlara yardım ederken, senin de yakalandığın içime doğmuştu. Uzun zamandır haber alamıyordum. Onların morali bozulmasın diye gizliden ağlamıştım” dedi. 1993’ te ben Diyarbakır cezaevindeyken vefat etti.

Evet o gece (1981 şubat) rahmetli Feqî Hüseyn Sağnıç ve oğlu Ferhat ile karşılaşmıştım. Fakat yıllarca rahmetli nevzat olduğunu biliyordum. Bir ay önce Ferhat olduğunu öğrendim. O gece rahmetli Feqî Hüseyin ile sohbetimizde bazı Kürtçe çalışmalarına polisin el koyduğunu söylemişti. Bu konuda endişeliydi. Yıllarca süren çalışmasına polis geri vermeseydi, hepsi boşuna gidecekti. Feqî Hüseyin T-KDP, DDKO, Rızgari davalarında ve Kürtçe çalışmalarından dolayı yargılandı. Kürt dili ve kültürünün gelişmesinde büyük katkıları oldu. Böyle değerli Kürt aydınlarının vefatı Kürtler için büyük bir kayıptır. Çoğu zaman yerleri doldurulamıyor. Yeri cennet olsun. Ferhat SAĞNIÇ’ın bu gece babası için yazdığı yazıyı görünce yazma gereği duydum. Bir kahvenin 40 yıl hatırı var derler. 12 Eylül’den sonra, birkaç saat hücrede beraber geçirmemizin üzerinde 38 yıl geçtikten sonra, yeniden birbirimizden haber almamızın 40 yıllık hatırı varmış. Zor günlerin hatırı bir başkadır ve hiç unutulmazlar.)

Gözaltına alınışımın üzerinden sekiz gün geçti. Bilinmezlik sürüyor. Bunca günden bana kalan tek güzel şey o otobüsteki anne. Belki ismini ve yüzünü zamanla unuturum, ama bildiğim bir şey var, onu Kürt kadınlarının cesaretine örnek olarak hep saygıyla hatırlayacağım.

Sabah saat 10.00 sularında babamla beni nezarethaneden çıkardılar. Çıkmadan önce ben de Vanlı arkadaşıma: “Komünist olduğunu unutma!” dedim. Ama kulağına söyledim bunu, yüksek sesle söyleme cesaretini gösteremedim. Vedalaştık. Bizi dışarıda askeri bir cip bekliyordu. Kelepçelenip Tatvan’ın Bitlis çıkışına doğru yola çıktık. Anlaşılan bizi NATO’ya (Rahva ovasında bir askeri birlik) götürüyorlar. Hemen işkenceye alırlar mı? Ne bekliyorlar? Ne soracaklar? Eğer gerçekten bizi cumhurbaşkanlığı ve başbakanlıkla suçlayacaklarsa bu ayağı havada bir suçlama olur. Kafamda binlerce soru. Ya annem? Ha evet, o iyi, akrabalar sahip çıkmış. Azad’a ne oldu? O başının çaresine bakar. Ağabeyim zaten içerde, hem de birkaç ay öncesinden. Rahva ‘da Amerikalılar tarafından yapılan, önceleri NATO üsü olarak kullanıp sonra da terk ettiği tel örgülerle çevrili askeri kışlaya girdik. Bir iki formaliteden sonra bizi asıl kalacağımız yere götürdüler. Askeri bir koğuş bu. Ranzalar var, tuvalet var, su var, masa var ama sandalye yok. Tüm Tatvanlı arkadaşlarım burada. Herkes rahat ve gülümsüyor. Onların rahatlığı bana da yansıyor rahatlıyorum. Ama bir yandan da kafamdaki sorulara yanıt arıyorum hâlâ.

Böylece bekleme dönemi başladı. Her gün birileri işkenceye götürülüyor, birkaç saat sonra geldiklerinde yoğun bir işkenceden geçtikleri her hallerinden belli oluyor. Ama koğuşun sıcak havası bir anda işkence izlerini siliyor, eski havamıza giriyoruz. Her gün işkence ve sorgu için beklemenin kendisi başlı başına bir işkence.

Azad hep aklımda. Nerede, ne yapıyor? Ona sakın Yakalanmasın olmasın diye bir haber ulaştırmam gerek. Durmadan bunun yolunu düşünüyorum. Yine bunları düşünüp uyuduğum bir gecenin sabahında Azad’ı iki askerin arasında görmek beni şok ediyor. Dışarıda erkek Sağnıç kalmadı, kadro tamamlandı. Amca çocuklarım henüz küçükler, amcalarımın ise bizim aileye destek vermenin dışında herhangi bir suçları Şimdilik yok.

Yıllar sonra İsmail Beşikçi hocamızın bir kitabında baba ve oğulların ilk kez 1984’ten sonra içeri alındıklarını okuyunca bu yanlış belirleme bana dokunmuştu. Biz ailece daha önce de birkaç kez yakalanmış, işkencelerden sorgulardan geçirilmiştik. Ailemizi yakından tanıyan hocamızın bunu bilmesi gerekti. Elbette bizim dönemimizde ve bizden önceki dönemlerde de ailecek içeriye alınmış yargılanmış ve hatta baba oğlun idam edildiklerini İsmail hocada, bende yurtsever Kürt kamuoyu da çok iyi biliyor. Acaba hoca Seyit Rıza ve oğlunu da mı bilmiyor?

Azad’ı üç bölmeden oluşan ve sadece asker veya polis tutukluların konulduğu koğuşa götürdüler; böylece irtibatımızı kesmiş oldular. Azad’ı rüşvetçi polislerle aynı koğuşta düşünemiyorum. Azad, cami kurşunlamaktan, adam yaralamaktan aranıyordu, tavizsiz radikaldi. Onun için az eğri, çok eğri yoktu, sadece doğrular vardı. Zavallı polisler Azad ‘tan çok çektiler.

Günler birbirine benziyor. İçerde içerdekilerin muhabbeti oluyor genelde. Bizden önce Türk solundan Kadir Akın arkadaş, Kürt solundan Murat Satık varmış. Murat tahliye olmuş, Kadir Elâzığ’a götürülmüş. Herkes, bu iki yiğit arkadaşın gözaltında ve işkencede koydukları tavrı konuşuyor. İkisine de çok işkence yapmışlar.

Devam edecek…

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

14 + 13 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla