Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Dehak’ların OlduÄŸu Ãœlkelerde Kawa’lar da Çıkar

Selim Çürükkaya / Bu Röportaj 29 yıl önce benimle yapıldı. Ben yeniden okudum. Siz de okuyup 29 yıl önce nasıl düşündüğümü öğrenebilirsiniz. Zira aynaya ara sıra bakmak lazım ve eski bir resme bakmak gibi

Özgür Halk
Nisan 1991  Istanbul / Türkiye
Halen Bartın Cezaevi’nde sürgünde bulunan yazar M. Selim Çürükkaya ile görüştük:
Dehak’ların zulüm yaptığı bir ülkede Kawa’lar da çıkar”

ÖZGÜR HALK DERGİSİ:

Åžubat 1991 tarihinde iki kitabınız yayınlandı. Bunlardan biri Melsa Yayınevi tarafından yayınlanan “12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Åžafağı”, diÄŸeri Yurt Yayınevi tarafından yayınlanan “Demirci Kawa ve ÇaÄŸdaÅŸ Kawa Destanı”. Biz esas olarak kitaplarınız ve onların konusu olan 12 Eylül cezaevleriyle ilgili sizinle söyleÅŸmek istiyoruz. Ama isterseniz önce sizinle bir tanışalım.

SELiM ÇÜRÜKKAYA:

Tabii. GeçmiÅŸimi kısaca anlatayım. Ben 1954 tarihinde Bingöl-Yamaç nahiyesine baÄŸlı Tuunst Köyü’nde doÄŸdum. Köyümüz dünyaya kapalı bir köydü. Çok uzağında Murat Nehri’nin kıyısından kara tren geçiyordu. Trenle ilgili çok öyküler anlatılıyordu. Köyümüzden kadınların ve çocukların hiçbiri ÅŸehir görmemiÅŸti.

Erkekler askerlik için veya herhangi bir iş için şehire gidip gelmişlerdi. Köyde Zazaca konuşuyorduk. Türklerin ve diğer dünyanın varlığından haberimiz bile yoktu. Yalnız köye ara sıra iki tüfekli jandarma gelir, biz çocuklar onları görünce korkar, kaçar, gider saklanırdık. Bir de köyümüzün öğretmeni vardı. Kayseriliydi. Bu adam Türkçe öğretmek için sürekli bizi döver, kendi aramızda hatta evde anne babamız ve diğer kardeşlerimizle Zazaca konuşmamızı yasaklamaya çalışırdı. Yasaklara uymadığımızdan soba odunlarıyla küçük ellerimize çok dayak yediğimizi hatırlıyorum. Tabii o zaman olan-bitenlerin nedenlerini bilemezdik.

Ben ilkokul beÅŸinci sınıfta okurken bizim köyün ismini deÄŸiÅŸtirdiler. “Tuunst” ismini “Ikizgöl” yaptılar. O sıralarda bizim köyün Åžeyh’inin oÄŸlu Elazığ’dan gelmiÅŸti. Orada lisede okuyordu sanırım. O, köy isimlerinin neden deÄŸiÅŸtirildiÄŸini anlattı. “Bunlar, bütün Kürtçe isimleri kaldırıyorlar” dedi. Kendisi o zaman bazı ÅŸeyler biliyordu. Ama biz annelerimizin babalarımızın bize anlattıkları islam öyküleri, öğretmenlerin bize anlattıkları Osmanlı ve Türk kahramanlık öyküleri dışında, dünyadan habersizdik.

Önce hangi şehirlere gittiniz?

Ä°lk gördüğüm ÅŸehir, Bingöl’ün Genç ilçesiydi. Sonra Bingöl’e gittim, sonra Adana’nın Ceyhan ilçesine. Burada amcalarım vardı. Çok ÅŸeyi burada öğrendim. Ceyhan’da Kürtler hayli çoktu. Ama çoÄŸu en tortu iÅŸlerde çalışırlardı. Fırınlarda, kahvelerde, tarlalarda veya hamallık yaparlardı. Burada beni etkileyen en kötü ÅŸey, Türklerin Kürtlere bakışları, davranışları deÄŸil, Kürtlerin kendilerine bakışlarıydı. Åžehirlere yerleÅŸen Kürtler kendilerine yabancılaÅŸmış, deÄŸerlerini hor görüyorlardı. ÖrneÄŸin benim bir yengem vardı, Kürttü, ama Kürtleri çok ilkel görür, çok nadir Kürtçe konuÅŸurdu. Memleketten gelenlere hayvan muamelesi yapardı.

Tabii ben o zaman bunun nedenlerini bilemediÄŸimden, her ÅŸeyi onun kötülüğüne baÄŸlıyordum. Ama Ceyhan’a yerleÅŸenlerin çoÄŸunun yengem gibi olduÄŸunu görünce bunlardan nefret ederdim.

Devrimci olmanda bunların bir etkisi oldu mu?

Oldu diyemem. Devrimci olmamda Deniz’lerin çıkışı neden oldu diyebilirim. Radyodan haber dinliyordum. Deniz GEZMÄ°Åž ve arkadaÅŸları aranıyorlardı. ‘Yakalatanlara veya yerlerini bilenlere mükafat verilecek’ diyordu.

Ben Kur’an okuduÄŸum, islam tarihini biraz bildiÄŸim için, hemen bunların durumuyla Muhammed’in Mekke’den kaçışını karşılaÅŸtırdım. Muhammed, Mekke’den Medine’ye gidince, dönemin Mekke zenginleri Muhammed’in yerini gösterenlere mükafat verilecek demiÅŸlerdi. Buradan hareketle Denizlerin çok önemli iÅŸler yaptığını tahmin etmiÅŸtim.

Bu merakımdan dolayı günlük gazeteleri alıp okumaya baÅŸladım. Ne yapıyorlar? Ne istiyorlar? Niye aranıyorlar bu adamlar? Öğrenmek istiyordum. Gazeteleri okuduÄŸumda en çok “sosyalizm” kelimesi dikkatimi çekmiÅŸti. Çünkü aranan ve baÅŸlarına ödül konanlar “sosyalizm” istiyorlardı. Sosyalizmin ne olduÄŸunu öğrenmek gerekiyordu. Bir kitapevinden sosyalizmi basitçe anlatan bir kitap istemeye gittim. Adam bana, Sosyalizmin Alfabesi’ni verdi. Okuyunca müthiÅŸ etkilendim. PeÅŸinden Felsefenin Temel Ä°lkeieri’ni okudum.

Artık tamamen değişmiştim. Çevremde olup-bitenleri başka gözlerle görmeye başladım. Sanki bazı şeylerle aramdaki perde kalkmış, her şey bambaşka görünüyordu. Yoksullarla zenginler, zenginlerin zengin olmalarının, yoksulların yoksul olmalarının nedenleri, yengemin ve kendilerine yabancılaşan ve bizi hor gören Kürtlerin durumunu artık yorumlayabiliyordum.

Adana’dan Bingöl’e döndüm. Eski köyümüzden göç etmiÅŸ, Bingöl’e yakın bir köye yerleÅŸmiÅŸtik. Bu köy modern bir köydü. Evleri çatılı, suyu, yolu vardı. Bizim eski köydeki cinler, periler, kâbuslar yoktu burada.

Köyde üniversiteyi terk etmiÅŸ bazı arkadaÅŸlarla tanıştım. Bunlar KDP’den etkilenmiÅŸlerdi. Ayrıca ulusal sorunla ilgili bazı kitaplar okuyorlardı. Gine’de devrim, Mozambik üzerine, Åžtalin’in Milli Meselesi’ni okudum.

Bu kitapların, ninemin veya Åžeyh Sait’ in bizim köydeki akrabalarının geçmiÅŸte bana anlattıkları üzerinde düşündüm. Samanlıkta topluca yakılan köylüler, devlete karşı direnerek teslim olmayan ve sığınakta öldürülen insanlar, yine karısıyla birlikte çatışmaya girip ölen Yado’nun öyküsü, tabii bununla birlikte nedenler, niçinler…

Türkçe öğrenmem için avuçlarıma yediÄŸim sopalar, köyümüzün isminin deÄŸiÅŸmesi, yabancılaÅŸan yengem, yoksulluÄŸumuzun nedenleri… Kafamda ÅŸekillenmeye baÅŸladı.

Köyümüzdeki ortaokulun zengin sayılabilecek bir kütüphanesi vardı. Sheakespeare, Tolstoy, Victor Hugo, Namık Kemal’i okudum. BaÅŸka yerlerden temin edebildiÄŸim kitaplar da vardı. Çin, Vietnam, Rus devrimleriyle ilgiliydi bunlar. Ayrıca okuldaki ansiklopedileri eve getirip geceleri sabahlara kadar okurdum. Öyle ki, annem geceleri uyumadığımı görünce, odama gelir, böyle gidersem gözlerimin kör olacağını söylerdi. Ben de bu fırsattan yararlanarak anneme anlatmaya baÅŸlardım. Annem beni dinleyince, “deli olduÄŸumu” söylerdi.

Tunceli Öğretmen Okulu’na gidince orada daha çok okuma ve tartışma olanağı buldum. Dersim Tarihi’ni öğrendim. Baytar Nuri’yi okudum. Tunceli’deki sol, kelimenin tam anlamıyla kemalistti. Kürt sorununu dile getirdiÄŸimizde, bizi çok hor görüyorlardı. Tıpkı yengem gibiydiler. Oradaki siyasetlere mensup kiÅŸilerin büyük çoÄŸunluÄŸu Kürttü. Ama, kendilerine, kültürlerine, sınıflarına, ülkelerine yabancılaÅŸmışlardı.

Tunceli’de Abdullah AlpdoÄŸan Mahallesi diye bir mahalle vardı. Burada bulunan bir bodrum katı kahve olarak kullanılıyordu. Sık sık tartışmalar olurdu burada. Çin Devrimi, Åžanghay’daki bilmem hangi ayaklanma, Brejnev’in kravat sayısı, Gine’deki liman işçileri, Güney Afrika’daki zenciler, Zimbabwe’nin durumu tartışılıyordu, günlerce haftalarca. Ama kimse tartışmalarda bulunduÄŸu mahallenin adı üzerinde tek kelime söylemiyordu. Neden mahallenin adı AlpdoÄŸan Mahallesi idi?


General Abdullah AlpdoÄŸan, elli yıl önce o kahvede tartışanların, dedelerini, amcalarını, ninelerini kurÅŸuna dizmiÅŸ, saÄŸ bıraktıklarını köleleÅŸtirmiÅŸ, kendi uluslarına yabancılaÅŸtırmış; kendi adını mahalleye vermiÅŸti. Ama kırılanların torunları bunun bilincinde deÄŸildi. Gine’yi, Åžanghay’ı biliyorlar, konuÅŸuyorlardı. Kendi gerçekleri hakkında dilsiz, bilinçsiz ve kördüler. Bu halleriyle kendilerine enternasyonalist diyorlardı, îşte burası sinirime dokunuyordu.

Kürt hareketiyle Tunceli’de mi tanıştınız?

Tunceli’ye gitmeden önce Bingöl’de bir arkadaÅŸla konuÅŸmuÅŸtum. O arkadaÅŸ ufkumu açtı. Örgütlü bir mücadeleye, o arkadaÅŸla konuÅŸtuktan sonra inandım.

Ne zaman ve , nerede yakalandınız?

l Mayıs 1980 gecesi Diyarbakır’da itirafçı Hıdır Akbalık’ın çözülmesi ve yer göstermesi sonucu bir evde yakalandım. Üç yıldan beri aranıyordum. Birçok ilde kaldım. Polis bir türlü yakalayamıyordu. Sonunda çözülen birinin yakalatması bayağı zoruma gitti.

O dönemde sorguda işkence yapılıyor muydu?

Diyarbakır’da iÅŸkencesiz sorgunun olabileceÄŸine inanıyor musunuz? 24 gün kaldık, insan çığlıkları, inlemeleri, polisin vahÅŸice kahkahaları hâlâ kulaklarımda çınlıyor…

Siz bu tarihlerden sonra tam sekiz yıl Diyarbakır Cezaevi’nde kaldınız. Burada yaÅŸadıklarınızı iki ciltlik kitap halinde yazdınız. Bunlar 12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Åžafağı adı altında yurtdışında yayınlandı. Birinci cildi geçenlerde MELSA yayınevince Türkiye’de de yayınlandı. Okuyunca gerçekten dehÅŸete düştük. Sizce Diyarbakır’da yapılan bu vahÅŸice uygulamaların nedeni neydi? 12 Eylül’ün baÅŸka cezaevleri de vardı; Mamak, Metris ve diÄŸerleri. Diyarbakır’ın ayrıcalığı ne?

Ãœlkemizin Kuzey kesiminde 1940’lardan 1970’lerin ortalarına kadar bir suskunluk dönemi hakimdir. Ãœlkeyi iÅŸgal eden güçler, bu otuz beÅŸ yıllık zaman zarfında yalnız toprakları iÅŸgal etmekle kalmamışlar, insanlarımızın beyinlerinide iÅŸgal etmiÅŸlerdir. Ötesi, ülkemizde yeni bir insan tipi ÅŸekillendirmiÅŸlerdir. Bu tip, yabancı güçlerin her istediÄŸini harfiyen yerine getiren, kendine yabancı, tarihine yabancı, ulusuna yabancı, kendine yabancılaÅŸtığı oranda “adam” olduÄŸunu sanan; iÅŸgalci güçlere karşı silik, ürkek, korkak, kiÅŸiliksiz, cesaretsiz, ulusunun menfaatlerini zerre kadar olsun hayal bile edemeyen; kendi halkından olan insanlara, aÅŸiretlere, ailelere karşı “cesur”, yırtıcı, parçalayıcı, kan dökücü, korkusuz, kendi kiÅŸisel menfaati için her kötülüğü yapabilen bireyci, riyakar bir tiptir.

1970’lerin ortasında ülkemizin sokakları bu tiplerle doluydu. Kahvelerde bu tipler vardı. Åžehirlerde, köylerde, bu tipler dolaşıyordu. Derneklerde bu tipler vardı. Peki bu tiplerle ülke için, halk için, gelecek için ne yapılabilirdi?

Hiç kuÅŸkusuz bu tiplerle hiçbir ÅŸey yapılamazdı. Bunun için ülkemizin devrimcileri ilk iÅŸ olarak bu tipi deÄŸiÅŸtirmeye, dönüştürmeye karar verdiler. Mazlum DOÄžAN’ın sık sık söylediÄŸi, “kiÅŸi önce kendisinde devrim yapmalıdır” sözü vardır. Bu sözün anlamı çok büyük ve derindir. Karşı-devrim uzun yıllardır ülkemizde yarattığı tip sayesinde ayakta duruyordu. Devrim, ancak bu tipte devrim yaparak geliÅŸebilirdi. Kısacası ülkemizin kurtuluÅŸu için yeni bir insan tipine ihtiyaç vardı. Bu tip, kendi çıkan yerine, tüm halkının çıkarını; kendi küçük tarlasını düşünme yerine, tüm ülke topraklarını düşünen bir tip olmalıydı. Bu tip, yabancı güçlere ve onların iÅŸbirlikçilerine karşı cesur, atılgan, direngen fedakar bir tip olmalıydı. Bu tip, kolektif çalışan, kolektif karar alabilen, kolektif uygulama yapan tip olmalıydı.

Ãœlkemiz  devrimcileri  12 Eylül öncesi tüm ülkede bu konuda hayli mesafe katettiler. Ä°stenen düzeydeki kiÅŸiliÄŸe ulaşılmamış olunsa da, binlerce insan, halk için, ülke için kendi kiÅŸisel menfaatlerini, dost güçlerle çatışmasını bir tarafa atıp mücadeleye katılmış, yabancı güçlere karşı cesurca, yiÄŸitçe direnmiÅŸ ve kendini yeniden doÄŸurmuÅŸtur. Yine bu mücadele milyonlarca insanımızın beyninde, ruhunda, içdünyasmda kurulmuÅŸ karakolları, alayları yıktı. Halkımız ilk olarak beyinsel sömürgecilikten kurtuldu. Ve yabancı güçlere karşı eylem düzenlemeye baÅŸladı.

Ä°ÅŸte 12 Eylül harekatı böyle bir ortamda iÅŸbaşına geldi ve halkımıza yöneldi. Onbinlerce insanı tutukladı. Diyarbakır Cezaevi kiÅŸiliÄŸini dönüştürmüş insanlarla dolduruldu. Yabancı güçler, kitabımda anlattığım iÅŸkence yöntemleri ve uygulamalarla yaratılan yeni tipi bitirmek, yine eskisi gibi, yabancı güçlere boyun eÄŸen, kul-köle, söylenen her ÅŸeyi “emredersin komutanım” deyip yapan, kendisine yabancılaÅŸan tipi yaratmak istiyorlardı. Bütün iÅŸkence uygulamaları ve vahÅŸetin amacı buydu. Dışarıda, yani ülkemizin köy, kasaba ve ÅŸehirlerinde yine bu amaçla uygulamalar yaptılar. 12 Eylülün en önemli amaçlarından biri, dışarıdaki karakollar aracılığıyla halkımızın beyninde tekrar karakollar kurmaktı.

Peki başarılı oldular mı sizce?

Ãœlkemizde mücadelemizin yarattığı yeni insan tipi, Diyarbakır Cezaevi’nde tarihinin en büyük sınavı ile karşı karşıyaydı. Zalim bir dış egemenlik her türlü ÅŸiddet aracılığıyla ona boyun eÄŸdirmek, onun yeni oluÅŸan kiÅŸiliÄŸini darmadağın etmek, onu düşüncede, ruhta, ideolojide köleleÅŸtirmek istiyordu. Buna karşı onun yalnızca inançları, geleceÄŸe güveni, Özgürlük ve bağımsızlığa olan özlemi vardı. Dış destekten yoksundu. Elleri kollan baÄŸlıydı. Sesi duvarlar arasında boÄŸuluyordu. Tam üç yıl süren kıran kırana inançla kalasların çarpışmasından ülkemizi, geleceÄŸimizi temsil eden yeni insan tipi, tarihinin en parlak zaferinden birini kazandı.

Biraz da yazma konusu üzerinde duralım. Siz ne zamandan beri yazıyorsunuz veya yazmaya ne zaman başladınız?

Ben ortaokulda okurken duvar gazetesine yazı yazıyordum. Hatta bu yazılarımdan biri, Bingöl gazetesinde yayınlandı. Bir mizah yazısıydı bu. ÇoÄŸu dersi boÅŸ geçen ortaokul öğrencileri ve bir köy muhtarıyla diyalogları içeriyordu. Muhtar son olarak “Türkiye’nin kaç bölgesi var?” diye soruyor. Öğrenciler bölgeleri sayıyorlar ama, DoÄŸu ile GüneydoÄŸu bölgesini unutuyorlar. Köy muhtarı: “Olmadı, DoÄŸu ve GüneydoÄŸu bölgelerini unuttunuz” diyor. Öğrenciler hep bir ağızdan, “Yalnız biz unutmadık ki” karşılığını veriyorlar. Öğretmen okulunda okurken ÅŸiir ve mizah öyküleri yazardım. Ama yakalanıp Diyarbakır’daki iÅŸkencelerden geçince, ÅŸiir yazma yeteneÄŸimi kaybettim. Duygularım köreldi sanırım.


1982’de henüz iÅŸkenceler sürüyorken, hücremizde gizleyebildiÄŸimiz bir kalem ucuyla kendim ve bir arkadaşım için savunma kaleme aldım. Diyarbakır Cezaevi’ni yazmayı bu savunmaları yazarken aklıma geldi. Çünkü yazılabilecek o kadar çok olay, malzeme, dram, trajedi ve komedi vardı ki…1983 direniÅŸine kadar, okumak için kitabımız yoktu. Ama yazmak için kalem ve kağıdımız vardı. Ve ben, ilk olarak “Co’ nun mektubunu” yazdım.

Åžu Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’m köpeÄŸi “Co” deÄŸil mi?

Evet, evet.

İçeriği ne idi bu mektubun?

Bir mizah öyküsüydü. Ama mektup üslubuyla kaleme almıştım. Esat’ın köpeÄŸi “Co”, Esat’la birlikte Diyarbakır Cezaevi’nden gittikten sonra yaptığı iÅŸkence ve barbarlıktan dolayı vicdan azabı çekiyor, piÅŸmanlık duyuyor. Ve artık Esat gibi zalim birine köpeklik yapmak istemiyor. Fırsatını bulunca firar ediyor ve sokak köpeÄŸi olarak yaÅŸamaya baÅŸlıyor. Bir gün sokakta gezerken bize mektup yazmak aklına geliyor. Ve kalem kağıt sorununu halledince her ÅŸeyi, yaptığı-gördüğü her ÅŸeyi mektubunda vicdan azabıyla birlikte itiraf ediyor.

Burada bir köpeğin gözleriyle Diyarbakır Cezaevi anlatılıyor. Bazı insanların işkence altında nasıl köpekleştiğini, kendisinin nasıl büyük bir komutan haline geldiğini, koğuşlara girdiğinde bütün insanların nasıl hazır ola geçtiğini, kendisine nasıl tekmil verdiğini, tutuklular açlıktan kıvranırken kendisinin etlerle, yumurta şansıyla nasıl beslendiğini, yine tutuklular pislik içinde kokarken kendisine, günde üç kez sıcak suyla nasıl banyo yaptırıldığını, tutukluların havlu ile kurunmaları yasakken kendisinin yumuşak havlularla nasıl kurulandığını, banyodan sonra nasıl spreylendiğini anlatıyor.

Direnişçilerin bulunduÄŸu bölüme gittiÄŸinde, direnişçilerin, kendisini bir köpek gibi gördüklerini, teslim olanların koÄŸuÅŸuna gittiÄŸinde ise, bir komutan gibi karşılandığı, bununda kendisinde kimlik bunalımı yarattığını söylüyor. Esat Oktay ile Cezaevi Müdürü arasındaki konuÅŸmalara kulak misafiri olduÄŸunda tüyleri diken diken oluyor. “Co”nun anlatımına göre, Cezaevi Müdürü, Esat’a “Bunlar kendilerine ‘Kürt’ diyorlar Yüzbaşım. Bunları TürkleÅŸtirmemiz lazım. Mecburen zor kullanacağız, iÅŸkence yapacağız. Devletimizin geleceÄŸi için her yöntem mubahtır” diyor. Ve “Co”, ilk olarak insanların “Kürt”, “Arap“, “Türk”, “Alman” gibi  gruplara mensup olduÄŸunu anlıyor. Hayvanlarda da “koyun”, “keçi”, “kurt”, “aslan” ayrımı olduÄŸu aklına geliyor. “Ama hayvanlarda bir keçiyi zorla kurtlaÅŸtırmayı düşünmek tüylerimi diken diken etti” diyor.

Ve otuz beÅŸinci koÄŸuÅŸta direniÅŸ sürdüğü müddetçe Yüzbaşı’nın ve askerlerin kendisine ne kadar önem verdiÄŸini, direniÅŸ bitince, koÄŸuÅŸlarda iki ayaklı köpekler türeyince öneminin nasıl azaldığını, sonra gardiyanların nasıl ırzına geçtiÄŸini anlatıyor. Bir gün çamaşırhanede gördüğü bir manzara karşısında dehÅŸete düşüyor. Burada bir gardiyan bir itirafçıya, tecavüz ediyor. Ve iÅŸi bitmiÅŸ itirafçı ile kendi akibetini kıyaslıyor.

Bu mektup çok uzun muydu?

Elli sayfalıktı. Arkadaşlara ilk okuduğumda çok beğindiler. Sonra cezaevindeki dergide dizi halinde yayınlandı. Böyle mizah türü yazılar yazmayı deniyordum.

1984 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde düzenli olarak biri Kürtçe, üç dergi çıkarıyorduk. “Hawar”, “Candiya Berxwedan” ve “Çiruska Jiyan”. Bir ara “Berhem” adlı baÅŸka dergiler de çıkardık. Bunlardan Çandiya Berxuwedan genellikle cezaevinde dört yıllık iÅŸkence döneminde yaÅŸananları anlatıyordu. Çünkü o güne kadar koÄŸuÅŸlar arasında hiçbir iliÅŸki yoktu. Kimse bir baÅŸka koÄŸuÅŸta nelerin yaÅŸandığını bilmiyordu. Ve koÄŸuÅŸlarda kalan insanlar bu dergi aracılığıyla cezaevinde geçmiÅŸte olan-bitenleri öğreniyorlardı.

KoÄŸuÅŸtan bize gelen haberler, yazılar, öyküler o kadar ilginç, o kadar ürkütücüydü ki; okuyunca bazen kahkaha atıyor, bazen de suratımız kıpkırmızı kesiliyordu. Ä°ÅŸte bu yazılar aracılığıyla cezaevinin diÄŸer koÄŸuÅŸlarında olup bitenleri öğrendim. Eylül direniÅŸi döneminde hastanede, koÄŸuÅŸlardan gelen pek çok insanla konuÅŸtum. Hastaneden dönünce deÄŸiÅŸik koÄŸuÅŸlarda kaldım, insanlar baÅŸlarından geçen olayları anlatıyor. Ben de dinliyordum. Ve müthiÅŸ bilgi edindim. “Artık kesin yazacağım” diyordum.

“12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Åžafağı” kitabınızı hangi tarihte yazmaya baÅŸladınız?

Åžimdi hatırlamıyorum. ArkadaÅŸlardan biri, “Bizden ayrı tutulan yeni tutuklanmış arkadaÅŸlar, cezaevinde olan bitenleri öğrenmek istiyorlar. Yazabilirsen tüm süreci kapsayan bir yazı kaleme al gönderelim” dedi. Yanılmıyorsam 1986 yılıydı. Cezaevinde yaÅŸanan olayları en ince ayrıntılarına kadar öğrenmiÅŸ, yüzlerce insanla konuÅŸmuÅŸtum. Tüm koÄŸuÅŸlardaki süreçleri, tek tek bireylerin durumuna kadar öğrenmiÅŸtim. Yanımda çok sayıda bilgiyi içeren belge de vardı. Ayrıca otuz beÅŸinci koÄŸuÅŸta yedi yıl kalmıştım. Ve yine ölüm oruçlarına önderlik yapan arkadaÅŸların çoÄŸu yanımdaydı. Yani yazmak için bütün olanaklara sahiptim. Ve yazmaya baÅŸladım. Yazıyor, birçok arkadaÅŸa inceletiyor, eleÅŸtiriler sonucunda tekrar gözden geçiriyor, son ÅŸeklini verince güzel yazı yazan arkadaÅŸlar aracılığıyla pelur kağıtlara çektirip, yeni tutuklanan arkadaÅŸlara gönderiyorduk. Oradan gelen tepki çok olumlu olunca, yazıya bir isim aramaya baÅŸladık. Birçok isim söylendi. En son, “12 Eylül Karanlığında Diyarbakır Åžafağı” dedim.

Niye “12 Eylül Karanlığında Diyarbakır ÅŸafağı”?

12 Eylül darbesi bütün ışıkları söndürmüştü. Her taraf zifiri bir karanlığa bürünmüştü. Ä°ÅŸte Diyarbakır direniÅŸi, bu anlamda 12 Eylül karanlığına karşı ÅŸafaktı. 15 AÄŸustos Atıhmı’nı gün doÄŸumu olarak kabul edersek, Diyarbakır Åžafağı’nın ÅŸafaklığı daha iyi anlaşılır.

Sonra bu yazıları mı kitap haline getirdiniz?

Evet. Onları kitap haline getirdim. Ama kitap haline gelene kadar onun da başlı başına bir öyküsü vardır. Yazıları yazdığım dönemde otuz beşinci koğuşta bir tünel çalışması vardı. Burada doksan beş metrelik bir tünel kazıldı. Çıkış yerinde sorun çıktı. Askerler buldu kuşkusuyla arkadaşlar koğuştaki bütün belgeleri yakmaya veya imha etmeye başladılar. Bu ara kendi yazdıklarımın büyük bir bölümünü zor-bela kurtarabildim.

Sonra Diyarbakır’dan sürgün edildik. Yazıları Urfa’ya ulaÅŸtırabilmiÅŸtim. Ve burada üzerinde çalıştım. Altı ay içerisinde son ÅŸeklini verince, dışarıya gönderdik. Ama yerine ulaÅŸmadı. Bende iki nüsha daha vardı. Birini Ä°stanbul’da yayınlanan bir dergiye yolladım. UlaÅŸtığında çok sevinmiÅŸtim. Fakat bu ara derginin bürosu basıldı, yazdıklarıma el konuldu. Ve tahminen bir yıl sonra üçüncü nüshasını Almanya’daki bir yayınevine ulaÅŸtırabildim.

Türkiye’de yayınlanan ikinci kitabınız “Demirci Kavva ve ÇaÄŸdaÅŸ Kawa Destanı” bir tiyatro eseri, üstelik Ceyhan Cezaevi’nde açık görüşte ziyaretçileriniz için sahnelemiÅŸsiniz ve siz “Zalim Dehak”ı canlandırmışsınız!.

Evet, 11 yıllık cezaevi hayatımda “krallığı” da “köleliÄŸi” de yaÅŸadım. KöleliÄŸimiz gerçekti. Ama krallık rol icabıydı.

Tiyatro kitabınızda Zalim Dehak ile Esat Oktay karşılaştırması yapmıştınız. Bu nereden aklınıza geldi?

Diyarbakır Cezaevi’nde diplomasi tarihinin birinci cildi elime geçti. Orada Asur kitabelerinin çözümü var. Asur kralı Asur Banipal’n buyrukları bunlar. Bu buyruklardaki tehditler, zulmü ifade eden kelimelerle Esat Oktay’ın bize yaptığı konuÅŸmalar birbirine çok benziyordu. ÖrneÄŸin Asur Banipal buyruklarında, “Hainlerin derilerinden çadır, kemiklerinden piramitler yaptırın bana” diyor.

Esat Oktay da konuÅŸmalarında, “Kemiklerinizi kırarım, sizi üst üste bindirip kuleler, koca tepeler yaparım. Ben Kıbrıs’ta Rum çocuÄŸunu kesmiÅŸ, babasının karşısında kanını içmiÅŸ adamım” diyordu. Ayrıca Kawa efsanesinde Zalim Dehak başından çıkan yaraları iyileÅŸtirmek için genç insanların beynini ilaç olarak kullanıyor. Esat Oktay da devletin başını aÄŸrıtan Kürt sorununu halletmek için iÅŸkence ile, vahÅŸetle tutuklulara itiraf yaptırıyordu. Yani herkesin beynindeki düşüncelerini kağıtlara döküp, kendisine sunmasını istiyordu. Bu insanların beyinsizleÅŸtirilmesidir.

Ve Esat, insanları beyinsizleÅŸtirdiÄŸinde, Zalim Dehak’ın başına genç insan beyni sürdüğünde sevindiÄŸi kadar seviniyordu. Dehak’ ın zulmüyle Esat’ı n zulmü birbirine benziyordu. Diyarbakır Cezaevi’nin koÄŸuÅŸları, Babil, Med, Elam, Akad yurtları gibiydi.

Bir de Mazlum DOĞAN ile Demirci Kawa karşılaştırmaları var?

Evet. Yine Kawa efsanesinde Dehak’ın askerleri binlerce gencin beynini Dehak’a götürür. Ama kimse “çocuÄŸumu vermiyorum”deme cesaretini kendinde bulamaz. Sıra Demirci Kawa’nın son oÄŸluna gelince, Kawa balyozunu alır, halkın desteÄŸiyle Ninova sarayını basar ve yakar.

Diyarbakır Cezaevi’nde Esat’ ın gardiyanları iÅŸkenceyle, vahÅŸetle hergün birkaç kiÅŸiyi itirafçılaÅŸtırıp, beyinsizleÅŸtiriyordu. Herkes birbirini beklediÄŸi için, kimse karşı koyamıyordu. Ä°lk karşı koyuÅŸu Mazlum DOÄžAN yaptığı için, ÇaÄŸdaÅŸ Kawa olma onuru ona ait oluyordu.

Peki efsanedeki Kawa olayı gerçekten yaşanmış mıydı?

Tarih kitapları Kawa diye bir isimden bahsetmiyorlar. Yalnız eski Farsçada “Kawa” demek “lider, ozan, bilge, komutan, peygamber” demektir. Ninova sarayını Kral Dehak ile birlikte yakan, Asur imparatorluÄŸuna son veren, Med Generali (Keya)Keyakser’dır. Ve Keyakser’ de “Kawa” kelimesinin anlamına gelen bütün özellikler vardır.

Bu efsanenin hâlâ halkımızı bu kadar etkilemesinin nedeni nedir sizce?

Ãœlkemizde hâlâ Dehak’lar var. “Dehak'”ların  zulüm yaptığı bir ülkede “Kawa”lar da çıkar.

21 Mart, eskiden halkımız arasında bir sosyal gelenek biçiminde kutlanırdı. Fakat devrimci mücadele gelişince ülkemizin yüksek dağlarında özgürlük ateşleri yakıldı. Bu ateşler zalimlerin saraylarını yakan ateşlerin simgesiydi. Sonra Newroz, şehirlerde zalimlere karşı eylemlerle kutlanmaya başlandı. Günümüzde bütün kitleler zalimlere karşı ayaklanarak zalimlerin kurumlarını ateşe vererek kutluyorlar.

Tıp öğrencisi Zekiye ALKAN’ın Newroz günü kendisini yakması, Cizre, Nusaybin diÄŸer il ve ilçelerde halkın sokaÄŸa dökülmesi, Mezopotamya halklarının Asur Ä°mparatorluÄŸu’na direnmesi kadar önemlidir. Öyle görünüyor ki, zalimlerin bütün sarayları, kurumları yıkılana ve yakılana kadar halkın mücadelesi devam edecektir.

Dışarıdaki gelişmeler içeride nasıl görünüyor? Veya günümüzdeki gelişmelerle, yakalanmadan önceki durumla karşılaştırdığınızda hangi sonuçlara varıyorsunuz?

Ãœlkemizdeki deÄŸiÅŸme ve geliÅŸmeler çok hızlı. Eski düşünce kalıpları, eski deÄŸerler, eski inançlar, eski insanlar, her ÅŸey alt üst oldu. Bundan on yıl önce kasabalardaki kadınlar evlerinden doÄŸru dürüst dışarı çıkmaz iken, ÅŸimdi erkeklerin önünde yürüyüşlere katılıyorlar. Zafer iÅŸareti yapıyorlar. Çatışmalarda vuruluyorlar. Bu müthiÅŸ bir geliÅŸme. Ceyhan Cezaevi’ndeyken ülkeden gelen küçük çocuklarla konuÅŸuyorduk. Acayip ÅŸeyler biliyorlar. Gerilla-polis oyunları oynuyorlar. Dokuz yaşındaki bir çocuk, ben yirmi yaşındayken bildiklerimden daha çok ÅŸey biliyor. Baskıya, zulme karşı kasabalardaki insanlar topluca hareket ediyorlar. Uyanış çok hızlı. Milyonlarca insan uyanmış, arayış içine girmiÅŸ durumdadır. Aydınlarımız da deÄŸiÅŸmiÅŸ, mücadele, alternatif aydın tipini yaratmıştır. Fakat aydınlarımız örgütlenemiyorlar.

Sizce aydınlarımız nasıl örgütlenebilir, neler yapabilirler?

Türkiye’de ve ülkemizde günümüze kadar aydınlar örgütlenememiÅŸlerdir. ÖrgütlenememiÅŸ derken düzene karşı, resmi ideolojiye karşı alternatif bir aydın hareketi olarak örgütlenememiÅŸtir demek istiyorum. Türkiye’de ideolojiyi, resmi devlet ideolojisinin güdümünde olan aydınlar üretiyorlar. Tarihi bunlar yazıyorlar. Sanat ürünlerini bunlar üretiyorlar. Türkiye’de ve ülkemizde bugünlere kadar emekçilerin kendi ideolojilerine sahip olmaması, tarih bilincinden yoksun olması,, kendi sanatlarının olmaması bundandır. Burjuva aydınları dışında solcu bir zümre de vardır. Bunlar teori, sanat, kültür üretemiyorlar, emekçilerin tarihini, örneÄŸin Türklerin ve Kürtlerin tarihini Marksist bakış açısıyla yazmıyorlar. Bunlar üretim yapamıyorlar,’ tekrar yapıyorlar. Yani Moskova’da, Tiran’da ve Pekin’de söylenenleri burada tekrarlıyorlar. Hem resmi ideolojinin güdümünde olan “aydınlar”, hem de solcu zümreler yaratıcılık yeteneÄŸinden yoksundurlar. Birinciler Türkiye’deki resmi ideolojiyi habire yeniden üretirken, ikinciler ÅŸu veya bu akımın görüşlerini dogmatik olarak tekrarlıyorlar.

Bunlardan aydın olmaz. Günümüzün veya ülkemizin aydını yaratıcı olmalıdır. Dünyadaki deÄŸiÅŸikliÄŸi görmeli, deÄŸiÅŸikliÄŸin nedenlerini kavramalı, kendi ülkesindeki bugünü, geçmiÅŸi diyalektik bakış açısıyla irdelemeli. Ãœlkesinin statüsünü, ülkesinin diÄŸer ülkelerle iliÅŸkisini, iliÅŸkinin özü ve biçimini bilince çıkarmalıdır. Her ÅŸey örgütlü güçle halledileceÄŸini bilmeli, bu bilinçle örgütlenmelidir. Somut güncel görevlerini tesbit etmeli, bugün ne yapabilirim sorusunu hergün kendisine sormalıdır. Halkım baÅŸkaldırıyor, halkım örgütleniyor, halkım acı çekiyor, halkım katlediliyor. Ben neler yapabilirim demelidir. Kendisine bu soruları sorabilen bir aydın, baÅŸka aydınlarla birlikte hareketlenmenin gereÄŸini anlar. Ãœlkemizdeki yabancı iÅŸgal, iÅŸbirlikçileri ve emperyalizme karşı olan aydınların birlikteliÄŸi için çalışır!  Halkımızın sesini Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmaya çalışır. Bin bir türlü araçla bu yapılabilir.

Mücadelenin ortaya çıkardığı bir potansiyel, bir olanak vardır. Aydınlar bu potansiyel ve olanaklarla bütünleÅŸebilirlerse toplumumuzun deÄŸiÅŸmesinde büyük bir rol oynarlar. Örgütlenemeyen, kitleden kopuk olan aydın hiçbir ÅŸeyi deÄŸiÅŸtiremez. Resmi ideoloji, aydınları bireyselleÅŸtirmiÅŸtir. Ben öyle aydın biliyorum ki, kırk yıldır kendine göre mücadele ediyor, ama kendisi dışında tek bir kiÅŸiyi örgütleyememiÅŸtir. Bu aydınlar, ÅŸiddetle kemalizme karşı olsalar bile, kemalizmin yarattığı bireysel, halktan kopuk aydın kategorisine girerler. Söylediklerinin doÄŸruluÄŸu onları bu konumdan kurtaramıyor. Günümüzün aydınları alternatif tarih yazmalıdırlar. Alternatif edebiyat, alternatif sanat, alternatif kültürün yoÄŸurucuları olmalıdırlar. Yürüyüp giden mücadeleyi, kültür, sanat, edebiyat ile kalıcı hale getirmeli. Ayrıca mücadelenin sesi, soluÄŸu, ruhu, beyni olmalıdırlar. Artık bir başına kalmakla “namus” korunamıyor.

Dışarda tüm Kürt örgütlerinin birlikteliğinin sağlanması için uluslararası bir konferans çalışması var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Çok önemli bir gelişme olarak görüyorum. Kürtler bugüne kadar örgütlenip birleşemedikleri ve kendilerini yönetemedikleri için, yabancı güçler onları yönetiyorlar. Kürt halkı ne çektiyse örgütsüzlükten ve parçalanmışlıktan çekmiştir. Emperyalist ülkeler ve bazı bölge ülkeleri Kürtleri sık sık kullandıkları da bir gerçektir. Bugün de Kürtleri otonomi ve özerklik için kandırmak, böylece bölmek isteyenler vardır. Bunun için tüm Kürt güçlerinin bağımsızlık çizgisinde birleşmeleri, bu çizgide temsili bir kurumlaşma yaratmaları çok önemlidir. Bunun için çaba harcamak, bağımsızlıktan yana olan tüm güçlerle bir araya gelmek, büyük bir önem taşıyor. Kürt aydınları da bu konuda ellerinden gelen tüm çabalan harcamahdırlar.

Reel sosyalizmdeki gelişmeler daha doğrusu değişmeler, aydınları, devrimcileri, mücadeleyi nasıl etkiliyor?

Çok kötü bir biçimde etkiliyor. Türkiye’de geçmiÅŸte Moskova’nın, Tiran’ın ve Çin’in sesi olan gruplar vardı. Ve bunlar hayli kalabalıktı. Zaten düşünce üretmeye gerek görmüyorlardı. Allah razı olsun, onlar adına üretenler vardı. Onların görevi bu düşünceleri çok sadık bir biçimde burada tekrarlamaktı. Åžimdi bir bölümü totemlerini yitirmiÅŸ ilkel insanlar gibi ÅŸaÅŸkınlığı yaşıyor. Bir bölümü artık sosyalizme inanmıyor. Liberalizmi savunmaya baÅŸladılar.   Bir  bölümü  yeni  put arayışı içindedirler.

Sizce reel sosyalizmin bunalımının nedenleri ne?

Bu sorunun cevabı bir röportaj kapsamını çok çok aÅŸar. Ama ben tartışılması ve ders çıkarılması gereken konuları kısaca sıralamak istiyorum. Sosyalizmin en önemli sorunlarından “biri”, sosyalist insanın yaratılmamasıdır. Sosyalist insan; kolektif çalışan, kolektif üreten, kolektif karar alan, kolektif yöneten insandır. Sosyalizm kurulmadan önce de kurulduktan sonra da böyle insanın yaratılmasına büyük önem verilmemiÅŸtir. Ãœzerinde durulması gereken sorunlardan biri budur. Böyle insanları ve insanı nasıl yaratacağız? Devrim yapmak isteyen her güç bunu acil olarak ele almalıdır.

Ä°kinci sorun: Yönetenler ile yönetilenlerin iliÅŸkisidir. Sınıflı toplum ile sınıfsız toplum arasındaki en önemli fark; sınıflı toplumda üretime katılmayan, ama üretenlerin ürettikleriyle geçinen sınıf ve tabakaların üretenleri yönetmesi ve onları yönetim dışı bırakmasıdır. Reel sosyalizm, bunu ne derece aÅŸmıştır? Sorgulanmalıdır. Sosyalizmin teorisinde “üretenler yönetendir”. Bu neden gerçekleÅŸemedi?

Reel sosyalizmde parti, ordu, istihbarat teşkilatı, devlet bürokrasisi ne derece üretime katıldı. Bu kesimler üretimden uzak kaldıkları oranda yönetimde yer aldılarsa, üretim yapanlar ürettikçe yönetim dışı mı kaldılar? Eğer böyleyse; sınıfların ortadan kalkmasının gerçekleşmesini hayal etmek boşunadır. Buradan da anlaşılıyor ki sosyalizmin sorunlarından biri, halkı yönetime getirmektir. Parti ideolojisiyle ve pratik yönlendiricilik yapmalı, ama halk bizzat yönetmelidir. Her yerde işçilerin ve kolhozların yönetimi olmalıdır. Halk kendi yöneticilerini oyla seçmeli, beğenmediği zaman yine oyla değiştirmelidir. Eleştiri ve özeleştiri, bütün üretim ve yönetim birimlerinde sürekli kullanılmalı, insanlar eğitilmeli, sınıflı toplumlardan kalan yönetim alışkanlıkları giderilmelidir. Kısacası üreten insanlar bizzat yönetimde olmalı, bürokrasi ortadan kaldırılmalıdır. Devrimi sürdüren her güç şimdiden bunu kendi içinde uygulamalıdır.

Üçüncü sorun“Devletin sönmesi” sorunudur. Sosyalizmin teorisine göre, proletarya diktatörlüğü kurulduÄŸu günden baÅŸlamak üzere sönmeye baÅŸlar. Reel sosyalizmde bu böyle olmadı. Sönmenin tersine büyüdü, dünyayı yutabilecek füzeli, uzay silahlı bir dev haline geldi ve çöktü. Niye böyle oldu? Stalin’in belirlemesi var. “Emperyalizm varolduÄŸu müddetçe devlet varlığını sürdürür.” Bunun gerekçesi ise iç ve dış koÅŸullar. Peki varlığını sürdürdü de ne oldu? Çöktü. Güçlü bir bürokrasi, güçlü bir ordu, güçlü bir istihbarat örgütü, güçlü füzeler, uzay silahları, ayrıcalıklı tabakalar, kapalı bir rejimle sosyalizme gidilemeyeceÄŸi, böyle bir rejimin dünya halklarının desteÄŸini alamıyacağını artık herkesin bilmesi gerekiyor. Romanya devlet baÅŸkanının kıtalararası füzeleri vardı. Ama kendisi bir tabancayla öldürüldü. Bundan dersler çıkarmak gerekiyor. Dünyanın en güçlü silahı kıtalararası nükleer füzeler deÄŸil. Kolektif üreten, kolektif yöneten, ayrıcalıklı sınıf ve tabakalara sahip olmayan halkın veya halkların kolektif gücüdür. Bundan daha büyük bir silah bulunmamıştır, bulunamaz da. Böyle bir halk veya halklar egemenlik altına alınamaz. Ancak imha edilebilir. Bu da imkansız ve zor.

Dördüncü sorun: Ulusların ekonomik olarak kalkınmaları sorunudur. Reel sosyalizm, sosyalizmi emperyalizmle yarış olarak algılamıştır. Önemli olan emperyalizmle arasındaki açığı kapatmaktır. Soruna böyle bakıldığı için, sanayi belli bölgelerde geliştirilmiş, belli bölgelerde hayvan yetiştirilmiş, belli bölgeler tarıma ayrılmış, bu da değişik cumhuruyetlerde eşitsiz gelişime neden olmuş. Böyle olunca uluslararası ayrıcalıklar körüklenmiştir.

BeÅŸinci sorun: Enternasyonalizmin uygulanması konusundadır. Enternasyonalin merkezliÄŸini SBKP üstlenmiÅŸ, kendisine baÄŸlı partileri emir ve talimatlarla yönetmeye kalkışmış, bu partilerin kendi özgülünde düşünce üretmesine müsade etmemiÅŸtir. Ve bu partiler kendi ülkelerinde sadece SBKP’sinin acentaciliğını yapmıştır. Acentalık, kompradorluktur. Kompradorlar üretim yapamaz baÅŸkalarının ürettiklerini satarlar. Bunlar da düşüncelerin kompradorluÄŸunu yapmışlardır.

Dünyada devim yapan komünist veya işçi partilerinin tümü, SBKPye raÄŸmen devrim yapmışlardır. Buna Çin, Küba, Vietnam, Kore dahildir. Ve SBKP’ye baÄŸlı, onun acenteliÄŸini kendi ülkesinde yapan hiçbir parti kendi ülkesinde devrim yapamamıştır. DoÄŸu Avrupa’da devrimlerin nasıl yapıldığı biliniyor zaten.

Tüm bu konular yeniden tartışılmalıdır diyorsunuz.

Evet, tartışılmalı ve pratikten dersler çıkarılmalıdır. Tartışmaktan korkmamalıyız. Zaten reel sosyalizmin en önemli açmazlarından biri sosyalizmi tartışmasız, Kur’an ayetleri gibi ele alınmasıdır. Bizim köyün bir imamı vardı. Babam kendisine anlattıklarımı bu imama anlatıyordu. Ä°mam babama, ya Kur’an’dan bir ayetini, ya da Peygamberin bir hadisini okurdu. Ve babam orada dururdu. Hadis veya ayet babam için birer kalıptı. EÄŸer söylenen gerçek, bu kalıplara uymuyorsa, gerçek gerçek deÄŸildi.

12 Eylül öncesi, solda düşünce üretme diye bir durum söz konusu deÄŸildi. Her grubun bir kalıbı vardı. Gerçekleri, olguları, o kalıplara sığdırmaya çalışıyorlardı. EÄŸer gerçekler kalıplara sığmıyorsa gerçeÄŸi inkar ediyorlardı. Tabii bunu Lenin, Marks, Engels, Stalin adına yapıyorlardı. Oysa herkes ÅŸunu da söylüyordu: “Marksizm dogma yığını deÄŸil, eylem kılavuzudur.”

Sosyalizmde kahramanlık ve “kiÅŸiye tapma” Ã¼zerinde biraz durmak istiyorum. Ä°nsanlık tarihinde kahramanlar, insanlığı toplumları hem ileriye götürmüşler, hem de geriletmiÅŸlerdir. Bu kahramanların tipik özelliÄŸidir. “PutlaÅŸtırma insanlığın bir zaafıdır.” Güçsüz olan insanlar güçlü bir kiÅŸiye sığınırlar. Toplum ne kadar güçsüz olursa, orada güçlü birey çıkar. “Mısır kölelerinin güçsüzlüğü ile firavunların güçlülüğü ters orantılıdır”. Ve köleler güçsüzlüklerinin kanıtı olarak Keops, Kefren, Migernos piramitlerini diktiler. Toplumlar güçlendikçe ona ters orantılı olarak bireye tapma azalır. Sorun halkları güç ve yetki sahibi yapmaktır.. Halkın yönetimini saÄŸlamaktır. Reel sosyalizm bunu da baÅŸaramamıştır:


isterseniz yine Diyarbakır Cezaevi’ne dönelim. Bu cezaevinde sizi en çok etkileyen olaylar hangileridir?

Hayri, Mazlum, Kemal ve Ferhat’ların ölmesi ve bunun karşısında bizim duygularımız. Bu büyük insanların ölümü karşısında hem üzüntüden kahrolduk, hem de ölümlerine sevindik. Bu bir dramdır. Ölümleri karşısında kahrolduk. Çünkü bir halkın en önemli önderlerinden birkaçıydılar. Ve onlarsız zulüm altında yaÅŸamak, karanlık dehlizlerde ışıksız kalmak gibiydi bizim için.

Ölümlerine sevindik. Çünkü düşman düşüncelerimizi, manevi kişiliğimizi, onurumuzu geleceğe olan özlemlerimizi yok etmek istiyordu. Ve bu arkadaşlar bedenlerini halkımızın düşüncelerine, manevi kişiliğine, onuruna ve geleceğe olan özlemlerine feda ederek, bize ve halkımıza özgürlüğe giden yolun önünü açtılar. Belki bizim yaşadığımız koşullarda yaşamayan biri söylediklerimi anlamakta zorluk çeker, ama gerçek böyledir.

Kaç yıl “ceza” aldınız ve ne zaman tahliye olacaksınız?

Ben örgüt üyesi olmaktan TCK’nm 168/1 maddesinden yargılandım ve on yıl ceza verdiler. Mahkemede siyasi savunma yaptığım, onların deyimiyle son sözümü ateÅŸli söylediÄŸim için “takdiren ve teÅŸhiden” on yıl artırılarak yirmi yıl verdiler. Ayrıca siyasi savunma yaptığım için bir dava açtılar, sekiz yıl daha eklediler. Ufak-tefek birkaç davam daha vardı. Toplam otuz iki buçuk yıl “ceza” verdiler. Ne zaman bırakırlar? Onu paÅŸa keyifleri bilir.

Teşekkür ederiz.

Ben size ve bütün okuyucularınıza teÅŸekkür ederim. 
 
 
 

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

thirteen + 2 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla