Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Kürdistan referandumu ve bağımsızlık

Eğer büyük bir değişiklik olmazsa Irak Kürdistan’ı 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapacak. Referandum, otomatik bağımsızlık ilanı değil ama o yolda büyük bir adım.

Bu nedenle, Barzani yönetimini kararından vazgeçirmek için kurulmuş oldukça büyük bir koalisyon var.

İran ve Türkiye, Irak Kürtlerinin özgürleşmesini kendi Kürtlerinin de aynı yola girmelerinin bir başlangıcı olarak görüyor ve konuyu ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak algılıyorlar.

İran, tüm sınır kapılarını kapatacağını şimdiden ilan etti.

Eğer Irak’ın, İran ve Türkiye’ce de desteklenebilecek askeri müdahale ihtimalini bir kenara bırakırsak, Kürdistan’a yönelik uygulanacak bir ambargo en büyük silah olarak duruyor.

Yazımın sonunda söyleyeceğimi başından söyleyeyim: Türkiye referandum tehditçisi değil, destekçisi olmalıdır. Eğer Kürtler bağımsız bir devlet ilan ederlerse, Türkiye bunu ilk tanıyan ülke olmalıdır.

Yazımın amacı bölge devletlerinin Kürdistan’ın bağımsızlığına yönelik kamuoyu önünde resmi olarak ileri sürdükleri tezlerin esasında sömürgecilik döneminden kalma tezler olduğunu göstermektir. Ve bu tezler, sorun çözmenin çok ötesinde, günümüzdeki birçok sorunun da doğrudan kaynağıdırlar.

İleri sürülen tezlerin uluslararası hukukta da hala bazı izleri vardır. Ama bu sadece sömürgeci zihniyetin bir devamı olarak görülmeli ve öyle de kavranmalıdır.

Yayılmacılık ve sömürgeciliğin bir uluslararası hukuk normu haline getirilmesinin tarihi bundan 130 yıl öncesine, 1884-85 Berlin Konferansına kadar gider.

Aylarca süren konferans sonunda katılımcı devletler, 1885 Şubat’ında Berlin Genel Yasaları (General Act of Berlin) adı verilen bir antlaşma imzalarlar. Bu antlaşmanın özellikle 34’üncü maddesi konumuz açısından çok önemlidir.

Bu madde ile, “egemenlik alanı (sphere of influence)” bir hak olarak uluslararası hukuk ilkesi haline geldi. Buna göre, sömürgeci devletler, belli şartları yerine getirmeleri koşulu ile, istedikleri yerleri kendi “egemenlik alanları” olarak ilan edebileceklerdi.

Antlaşma elbette bir dizi ön koşul ileri sürüyordu ama işin özeti, diğer sömürgeci devletlerin onayının alınmasından ibaretti.

“Egemenlik alanı” doktrini bir başka doktrini de beraberinde getirdi, (Hinterland Doctrine), bunu galiba en uygun ‘Arka Bahçe’ Doktrini olarak çevirebiliriz.

Bu doktrine göre, sömürgeci devletler, kendi egemenlikleri altında bulundurdukları yerlerin ‘Arka Bahçesi’ olarak telakki ettikleri bölgelere güvenlikleri nedeniyle müdahale edebileceklerdi. Yani, ‘Arka Bahçe’ egemenlik alanının bir parçası idi.

Sonuçta, uluslararası hukuk, sömürgeci devletlere “egemenlik alanı” ilan etme ve Arka Bahçeye müdahaleyi bir hak olarak tanımış oldu.

Bu hakkın çok önemli bir başka anlamı daha vardı: Söz konusu bölgelerdeki insanların ne düşündüğü ve ne istediği asla önemli değildi.

Osmanlı Devleti imzacılar arasında

1885 Berlin Yasaları muhtemel ki Afrika’nın paylaşılması bağlamında çok bilinir. Belki bilinmeyen Osmanlı Devleti’nin de bu yasaların imzacısı olduğudur.

Osmanlılar, özellikle 1890’lı yıllarda, orta Afrika’da İngiltere ve Fransa ile egemenlik alanı yarışına girdiler. Kendi “egemenlik alanlarını” ve Arka Bahçelerini ilan ettiler.

19’uncu yüzyıl Osmanlı’sını, Emperyalizm tarafından sömürgeleştirilmiş bir ülke olarak gören bizler için çok alışık olmadığımız bir tablodur bu.

Oysa Osmanlı, görece zayıflığına rağmen sömürgeci bir devletti de.

Ve sömürgeciliğine uygun olarak, diplomaside kullandığı dilde de önemli değişiklikler yaptı. Bazı diplomatik yazışmalarında Afrika’daki bazı bölgeler için eskiden kullandığı Vilayet kavramını bıraktı ve yerine “müstemleke” (colony) kelimesini kullanmaya başladı.

Hinterland kavramının Osmanlıca’sını bulmakta zorlandığı için, doğrudan Hinterland kelimesini kullandı; örneğin, Libya için, “Devlet-i Aliye’nin Trablusgarb hinterlandı” dendi.

Bugün İran ve Türkiye, Arka Bahçe (Hinterland) olarak gördükleri Irak Kürdistanı’na müdahale etme hakları olduğunu savunuyorlar.

En önemli neden ise, İran ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt nüfusun varlığı…

Buna göre, bağımsız bir Kürt devleti, İran ve Türkiye’nin parçalanması tehlikesini yaratacaktır. Bu ciddi bir güvenlik sorunudur ve bu nedenle Hinterland’a müdahale etmek şarttır.

Bu bakış, klasik sömürgeci zihniyetin devamından başka bir şey değildir ve bölgede yeni sorunlar çıkartacaktır.

Oysa İran ve Türkiye’nin, kendi egemenlik alanları dışında Kürtlerin özgürleşme ihtimaline verecekleri cevap, güvenlik korkusu ve müdahale tehdidi değil, kendi Kürtlerini özgürleştirmek olmalıydı. Ulusal devletin bu özgürleştirmeye verilecek tek cevap olmadığı ise bir ilkokul bilgisidir.

Basit gerçek şudur: Güvenlik nedeniyle Hinterland’a müdahale etmek isteyen, kendi Kürdü’nü de güvenlik tehdidi olarak görür ve ülkeyi onlar için hapishaneye çevirmek zorunda kalır. Bu ise tüm bölgeyi bir halklar hapishanesine çevirmektir ki, sadece ve sadece korkulanı yaratmaktan başka bir sonuç yaratmaz.

Bağımsız bir Kürt devleti Ortadoğu’da mevcut halklar hapishanelerinin dağıtılmasının ve insanların özgürce ve barış içinde bir arada yaşamalarının en büyük teminatıdır ve bir şans olarak telakki edilmelidir. Çünkü Ortadoğu’nun hakların özgür ortak evi olarak inşa edilebilmesi, her halkın özgürce yaşayabileceği alanların yaratılabilmesiyle mümkündür.

Şu anda Türkiye ve İran, özgürlükleri engelleyen ve bu nedenle sorun kaynağı olan kendi ulus devlet anlayışlarını tüm bölgeye dayatmak istemektedirler. Oysa bunun yerine yapmaları gereken, kendi dar ulus devlet anlayışlarını sorgulayan ve tüm Ortadoğu’yu özgürleştirecek çözümler üzerine düşünmeleridir. Sonuçta, Suriye’de yaşananlar hala gözümüzün önündedir. Beşir Esat’ın ulus-devlet anlayışı Türkiye ve İran’dan esastan farklı değildi. Ve Esat kendi ulus-devlet anlayışını sorgulamayı başaramadığı için ülkesi bu hale geldi.

Özetle, bölgemizde Kürtlere özgürce yaşam alanı tanımayan her çözüm sadece sorun yaratır.

Kürtler Ermeniler Yahudiler ve Filistinliler

Kürtlerin (ve de Filistinlilerin) kaderi biraz Ermenilerin ve Yahudilerin kaderine benzer. Eğer bugün Ermeni milleti başlarına gelen tüm kırım ve imhalara rağmen ayakta kalabiliyorsa, bunda Ermenistan diye bir devlete sahip olmalarının çok önemli bir yeri vardır. Ermeniler için Ermenistan ne ise, Yahudiler için de İsrail aynısıdır. İsrail, Yahudilerin varlıklarını sürdürebilmelerinin önemli garantilerinden birisidir.

Elbette bu iki devletin nitelikleri üzerine eleştirel çok şey söyleyebiliriz. Ermenistan’da demokrasi yokluğu, mafya yapılanmasının varlığı, İsrail’in ırkçı-ayrımcı ve yayılmacı devlet olması birer vakıadır.

Ama ileri sürülebilecek argümanların hiçbirisi bu devletlerin ortadan kaldırılmaları veya yok edilmeleri gerektiğinin argümanı olarak kullanılamaz.

Kürtlerin (ve de Filistinlilerin) ana sorunları Ermeni ve Yahudi insanının sahip olduklarına, kendilerini koruyabilecekleri yaşam alanlarını sağlayacak siyasi bir yapıya sahip olamamalıdır. Ama Kürtler şimdi bu yola girmiştir ve dönüş mümkün değildir.

Bu nedenle, sıradan sömürgeci tezlere sarılıp bir halkın özgürleşme ihtimalini boğmak değil, o alanın açılmasına imkân tanımak gerekir.

İran’ın şu anda tehdit ettiği sınır kapatmayı, Türkiye 1993’ten beri Ermenistan’a uyguluyor. Ermenistan’a boykot uygulayarak Türkiye neyi başardıysa, İran’da Kürdistan kapılarını kapatarak aynı şeyi başarır.

Türkiye 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülkedir. 1991’de de Ermenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerin başında gelir. Bunları yaparak çok doğru yapmıştır.

Türkiye’ye yakışan, klasik sömürgecilik tezlerinin arkasına sarılmak değil, Kürdistan’ı ilk tanıyan ülke olma onuruna sahip olmaktır.

Kaynak: T24

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

14 − four =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla