Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Tarihle Yüzleşmek

Taner Akçam // Demokratik ve insan haklarına saygılı bir rejim kurmak istiyorsak; etnik-kültürel-dinsel nedenlerden kaynaklanan ve “kimlik sorunları” olarak tanımladığımız, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi sorunlarımızın çözümünü istiyorsak tarihimizle yüzleşmek zorundayız. Tarihle yüzleşmeden toplumsal barış tesis edilemez ve demokratik bir rejim kurulamaz.

Bugün Türkiye’de otoriter ve baskıcı bir rejim var. Başta fikir özgürlüğü olmak üzere en temel insan hakları ve özgürlükleri ayaklar altında. Yüzlerce aydın yazar gazeteci hapiste; demokrasinin en temel kurum ve kuralları çalışmıyor, yargı tamamıyla yürütmenin ve özellikle de bir kişinin tahakkümü altında ve hukukun üstünlüğü ilkesi ortadan kalkmış. Başta Kürt sorunu olmak üzere, etnik-dini temelli sorunların her birisi, Alevilerin, Hristiyan ve Yahudi azınlıkların sorunları kangren halinde. Şiddet sadece siyasi iktidarın toplumsal sorunları çözmesinin bir aracı değil, günlük insan ilişkilerinin en önemli kültürel normu haline gelmiş. Ortalık, öfkeyle burnundan soluyan, en küçük bir durumda bile, “patlayan” ve şiddet kullanmaya yatkın insanlarla dolu; bunu anlamak için günlük gazete başlıklarına bakmak bile kâfi…

Şikâyet listemizi artırmak mümkün ama bu kadarı şimdilik yeter sayılsın! Kimsenin içinde bulunduğumuz durumdan büyük mutluluk duyduğunu iddia edemeyiz. Listelediğim sorunların çözülmesi geniş kesimlerce istenen arzulanan bir şey olduğunu söylemek mümkün.

Ana iddiamı tekrar edeyim: şiddetin toplumsal ve günlük sorunların çözümünde temel bir kültürel norm olarak ortaya çıkmasını engellemek; demokrasinin kurum ve kuralları ile işlediği ve insan haklarına saygılı bir rejim kurmak ve toplumsal barışı ve huzuru sağlamak istiyorsak, tarihimizle yüzleşmek zorundayız. Gerçi biraz her derde deva “Padişah Macunu” gibi oldu ama, olsun… iddiam, tarihle yüzleşmeyi merkezine alan bir siyasi hareket yaratılmadıkça bu sorunlarımızın esas olarak çözülmeyeceğidir.

Peki tarihle yüzleşmek nedir? Niye önemlidir ve Türkiye’de tarihle yüzleşmeyi niye beceremiyoruz? Yüzleşmenin önündeki zorluklar nelerdir? Ve aşmak için neler yapmak gerekir?

Konuşmamda bu sorulara cevap arayacağım. Söyleyeceklerimi BEŞ ayrı başlık altında topladım ve her başlık içinde dört beş ayrı noktaya değineceğim.

Tarihle yüzleşmek yeni bir alan olarak ortaya çıkmıştır
Tarihle yüzleşme siyaseti, siyasette daha önce olmayan yeni bir alandır. Yeni bir alan olduğu için de önemini ve bunun şiddet, demokrasi ve insan hakları ile ilişkisini yeteri kadar anlayamıyor ve kavrayamıyoruz.

Ne demek istiyorum bununla? İnsan oğlu, tüm tarihi boyunca daha iyi, daha güzel, daha eşitlikçi ve adaletli bir dünya için, farklı alanlarda mücadele verdi hala da veriyor. Özellikle modern dünyada, bu alanlar oldukça farklı ve her gün de yeni bir alan ekleniyor. Sadece birkaç örnek: çoğumuzun bildiği alan, sınıf mücadelesi alanıdır. İnsanlar, farklı sınıfların birbiriyle mücadelesinde belli pozisyonlar aldılar ve bu alınan pozisyonlar, insanların birbirleriyle ilişkilerini belirleyen önemli bir nokta oldu. Örneğin, kendilerini solcu sayanlar için, çalışanların, işçi-emekçilerin haklarından yana olmak ve kapitalist sömürüye karşı çıkmak önemli bir tutum oldu. Sonra cinsiyet dediğimiz alan ortaya çıktı. Farklı cinsiyet grupları arasında eşit ve eşdeğer ilişkilerin yaratılması konusunda pozisyonlar almaya başladık. Daha sonra, çevre ve ekolojik kirlilik alanı ve bu alanda tavır alma sorunu ortaya çıktı. Bunu etnik-dinsel-kültürel kimlikler ve sorunları alanı takip etti. Farklı kimlik sahiplerinin sorunlarına sahip çıkmak, kimlikler arasındaki eşitsiz ve adaletsiz ilişki tarzlarına tavır almak önem kazandı.

Bu farklı alanlarda takındığımız tutumlar konusunda bir gözlemde bulunmak isterim: her bir alanda farklı bir tutum alabiliyoruz ve bir alanda aldığımız tutum diğer bir alanda alacağımız tutumun garantisi olmuyor. Örneğin, sınıf mücadelesinde çok iyi bir tavır takınabilir ve çalışanların haklarını savunmaktan yana olabilirsiniz ama bu sizin çevre konusunda doğru tutum alacağınızın garantisi olmuyor. Örneğin iş yerlerinin garanti altına alınması için, çevre kirliliğini sağlayan işletmelerin açık kalmasını savunabilirsiniz veya eşcinsel olmayı bir hastalık olarak telakki edebilirsiniz (böyle düşünen solcu arkadaşlarım vardı benim.)

Feminizm konusunda, cinsiyet ve eşitlik konusunda çok iyi bir tutum takınabilirseniz ama sınıf mücadelesinde zenginden, sömürüden yana olabilirsiniz. Veya emekçiden-çalışandan yana, çevreci ve feminist olabilirsiniz ama Kürtlerin Türklerle eşit ve eşdeğer olmasına ve/veya Müslüman kadının başını kapatması özgürlüğüne karşı çıkabilirsiniz. Müslüman kadının baş örtüsü özgürlüğünden veya Kürt kimliğinin kendisini özgürce ifade etmesinden yana olabilirsiniz ama çevre, cinsiyet eşitliği konularında son derece kötü bir tutum takınabilirsiniz.

Konumuzla ilgili iddiam şu: bugün bu alanlara bir yenisi daha eklendi, bu da tarihle yüzleşme alanı. Dolayısıyla bu alanda doğru tavır almak gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Ve yukarda saydığım konularda hangi tutumu takınırsanız takının, tarihle yüzleşme konusunda sınıfta kalmanız mümkündür. Örneğin, sınıf mücadelesi alanında, feminizm/cinsiyet eşitliği konusunda, çevre konusunda ve hatta etnik-dinsel-kültürel kimlikler konusunda çok iyi bir yerde durduğunuzu düşünebilirsiniz ama tarihle yüzleşme ve geçmişte işlenmiş cinayetler üzerine açık konuşma ve sorumluluk almaktan çok uzak bir tutum takınabilir, sıradan bir inkârcı olabilirsiniz.

Önerimi tekrar edeyim: Türkiye’de, tarihle yüzleşmeyi merkezine almış bir siyasi hareket şarttır. Ve bu siyasi hareket, tarihte yaşanmış kitlesel cinayetler üzerine konuşmayı ve sorumluluklarımızı kabul etmeyi ve bu sorumluluk duygusuna uygun olarak cinayetlerin yarattığı yıkımların ve adaletsizliklerin giderilmesi için adım atmayı en önemli siyasi program haline getirmelidir. Bu siyasi hareket diyecektir ki, geçmişteki adaletsizlikleri giderici bir siyaset üretilemezse, bugünkü adaletsizlikler ortadan kalkmaz ve geleceğin adaletli toplumu kurulamaz. Türkiye’de demokrasi ve insan haklarına saygın bir rejim sağlanamaz. Yaygın şiddet kültürü sınırlandırılamaz ve toplumsal barış sağlanamaz.

Tarihle yüzleşme siyasetini daha açık olarak formüle edeyim: bugün, Türkiye’de çalışan ve ekonomik olarak ezilenlerin sorunları neyse; kadınların baskı ve şiddete karşı çıkması neyse; Alevi meselesi, Kürt meselesi neyse Tarihle Yüzleşme meselesi de odur. Eğer Tarihle Yüzleşmeyi, kendiniz için önemli gördüğünüz – sınıf, kadın, çevre, kültürel ve dinsel kimlik sorunları gibi – herhangi bir temel sorunla, eşit ve eşdeğer olarak ele alamazsanız yanlış yaparsınız.

Görmemiz gereken şudur ki, 19’uncu yüzyıllarda sınıf mücadelesi ne idi ise, 60’lı yılların sömürgelerdeki kurtuluş mücadeleleri, Avrupa’daki kadın ve çevre hareketleri ne idi ise, 21’incü yüzyılın tarihle yüzleşme hareketi de odur.

Niçin 21’inci yüzyılda ‘Tarihle Yüzleşme’ yeni bir alan olarak ortaya çıktı?
Bu konuda üç hususa değineceğim. Elbette, sizler bu sayıyı arttırabilir, yeni noktalar ekleyebilirsiniz.

Birincisi, Holakost Yahudi Soykırımıdır: maalesef Holakost ve getirdiği kültürel değişim Türkiye’de yeteri kadar fark edilmiyor. Oysa, Holakost ve onun yarattığı yıkım Avrupa ve Kuzey Amerika’da moral değerlerin öne çıkartıldığı bir kültür dünyasını egemen kıldı. Ahlaki tutum uluslararası ilişkilerde belirleyici bir norm haline geldi. Uluslararası Hukuk’ta da buna bağlı önemli adımlar atıldı. Yugoslavya ve Ruanda Soykırım Mahkemeleri, Uluslararası Ceza Mahkemesi, 2005 yılında kabul edilen R2P’denilen Birleşmiş Milletler “sorumluluk için koruma” (Responsiblity to Protect) bildirgesi vb. bunlardan sadece bazıları…

Elbette şu anda, Trump’lı, Putin’li ve Erdoğan’lı bir dünyada bu söylediğim bir şaka gibi gelecektir ama kabul etmemiz gerekir ki, devletler bu ahlaki değerler doğrultusunda hareket etmedikleri durumlarda bile, kendilerini, eylemlerinin egemen ahlak değerleriyle uyum içinde olduğunu anlatmak zorunda hissediyorlar. Ancak bunu başarabildikleri ölçüde ikna oluyor veya olmuyoruz. ABD’nin Irak, NATO’nun Libya müdahaleleri veya Suriye’ye niçin müdahale edilmediği gibi tartışmalar hep bu ahlaki ilkeler etrafında döndü. Ve bu önemli ölçüde Holakost’ın yarattığı sonuçlardan birisi.

İkinci önemli neden: Ütopyaların sonuna gelinmiş olmasıdır. Alman düşünür Habermas’a başvurarak meramımı anlatacağım. Habermas, özellikle Holakost’tan sonra insanlığın ütopyalarının sonuna gelindiğini söyler. Ona göre, tarihin “geçici ufku tersine çevrilmiştir.” Kendimize dair görüşlerimize esin kaynağı olan 19. ve 20’inci yüzyıl ütopyaları, yerlerini bu ütopyaların kurbanlarına bırakmıştır. Artık ütopyanın kendisini değil, onun kurbanlarını hatırlamak ahlaki değerlerimizin sorgulanamaz temelini oluşturmaktadır. Habermas’tan hareketle şöyle bir tablo çizebiliriz:

19 ve 20’inci yüzyıl başlarında büyük ütopyalar vardı ve bu büyük ütopyaların vaat ettiği büyük gelecekler vardı. Marksistler çok güzel bir komünist dünya vaat ediyorlardı. Kapitalistler, Komünizm tehlikesine karşı, liberal bir Pazar ekonomisinin yaratacağı büyük özgürlüklerden söz ediyorlardı. Wilson ve Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi bir ütopya ile insanları “ulusal devlet” büyüsünün arkasından koşmaya çağırıyorlardı. Naziler Irksal bir imparatorluk ütopyasını ve bunun erdemlerini keşfetmişlerdi. İnsanlığa en büyük tehlike teşkil eden bakteri ve zararlı unsurlardan kurtularak geleceği kurtarma çağrısı yapıyorlardı. Bazı dini hareketler, gelecekte vaat ettikleri cenneti bu dünyada gerçekleştirmeye çalıştılar.

Bugün, bu ütopyalar iddiaları doğrultusunda dünyamızı bir cehenneme çevirdiler. Nazi ütopyasının hatırlattığı bir geçmiş var, Auschwitz toplama kampı bunun sembolü. Kapitalist ütopyanın hatırlattığı geçmişin sembolü, eğer sömürgecilik savaşlarını bir kenara bırakırsak, Hiroşima’ya atılan atom bombasıdır. Gulag toplama kampları, Çin’in büyük kültür devrimi veya Kamboçya soykırımı sosyalist ütopyaların hatırlattıkları geçmişin sembolleridir. Dini hareketlerin yol açtığı yıkımları da bu tabloya ekleyebilirsiniz.

Galiba şunu söylemek yanlış olmayacak: şu anda geleceğe ilişkin vaatlerle ortaya çıkmak isteyen her büyük ideoloji, ilk önce arkasında bıraktığı yıkım hakkında konuşmak zorunda ve bu konuşmanın zorluğuyla karşı karşıya. Artık insanlık olarak, en azından şimdilik gelecek ütopyaların peşinden heyecanla gitmek çağını kapatmış görünüyoruz. Her ütopik gelecek çağrısı, arkasında bıraktığı yıkıntıları hatırlatıyor bize… Artık, geleceğe ilişkin söylenecek her şey, tarihte yaşanmış yıkımların üstüne de konuşmak zorunda; bu yıkıma değinmeyen bir gelecek vaadinin fazla bir anlamı yok. Bundan dolayı da tarihle yüzleşmek bugün son derece önemli bir faktör oldu.

Üçüncü önemli neden: modernleşmenin ortaya çıkarttığı yeni bir durum söz konusu. Modern dünyada belki farkındasınız, belki değilsiniz ulus, dil, etnik vs. gibi kolektif kimlikleri, aynı bireysel kimlikler gibi tahayyül ediyoruz. Bireylere yüklediğimiz özellikleri bu gruplara da yüklüyoruz. Örneğin, bireysel kimliklere atfettiğimiz “ayıp”, “onur”, “suç”, “haysiyet”, “gurur” gibi ahlaki kategorileri gruplardan da beklemeye başladık. Sadece grupların birey gibi davranış ölçülerine sahip olmasını istemekle yetinmiyoruz, bireyler olarak biz de dahil olduğumuz grup adına bu ölçülere uygun hareket ediyoruz.

Örneğin 1996-1999 yılları arasında, Köln’den yola çıkan bir grup inanmış Hıristiyan, Hristiyanlık adına işlenmiş cinayetler için özür dilemek amacıyla Kudüs’e kadar süren bir yürüyüş yaptılar. Yol boyunca, her yerleşim biriminde, yerel İslami liderle veya Hahambaşı ile buluşup, haçlı seferleri sırasında işlenen cinayetler için özür dilediler.

Bu hareket biraz tuhaf gelse de önemli olan sonuç şu: birey olarak kolektiften, burada Hıristiyanlardan bir bireyden beklenecek türde davranması bekleniyor ve bireyler de kendilerini bu grubun davranışından sorumlu hissederek buna göre davranıyorlar. Moderniteye ait bu yeni durum, 20’inci yüzyılda yeni bir “adet” yarattı: özür dileme adeti. Çağımız, özür dileme çağı olarak da adlandırılıyor. Bir tek bireyler değil, devletler, şirketler, etnik ve dini grup temsilcileri, kolektif grupları adına özür dilemeye başladılar. İngiliz Kraliçesi Elizabeth için yapılan bir şaka vardır. Uçağa binip, hemen hiç inmeden, bir sömürgeden ötekisine gidip özür dilemekten helak oldu kadıncağız, diye…

Sonuçta, daha çok kolektif grup temsilcilerinden (devletlerin milli veya dini liderlerin) yapması beklenen özür dileme eylemi, onlar tarafından yapılmadığı durumlarda, sivil toplum örgütleri tarafından üstlenildi ve “özür dileme” eylemleri yapmaya başladılar, özür dileme hareketleri ortaya çıktı. Hatırlarsınız, Türkiye’de de oldu bu ve 2008 yılında bir grup aydın 1915 ve hakikatin inkârı nedeniyle internet üzerinden özür dileme kampanyası başlattı. Buna karşı “özür dilemiyorum” kampanyası da organize edildi. Tüm bunlar asla bir tesadüf değildi.

Niçin tarihle yüzleşmek gerekir?
Bu konuda dört önemli neden saymak istiyorum.

Birincisi; eğer, insan haklarına saygı duyan demokratik bir rejim kurmak istiyorsanız, tarihteki insan hakları ihlalleriyle yüzleşmek zorundasınız. Eğer geçmiş ihlallerle yüzleşemezseniz bugün insan haklarına saygı duyan bir toplum kuramazsınız. Geçmişinize nasıl bakarsanız, bugününüzü de öyle kurarsınız. Tarihteki sorunları; “Ermeniler ihanet ettiler”, “Rumlar hak ettiler”, “Kürtler Emperyalistlerin oyuna geldiler”, “bunlar ülkeyi bölmek isteyen hainlerdi ve ülkemiz için ciddi güvenlik tehdidi oluşturuyorlardı”, diye ele alırsanız, bugünkü benzeri sorunlara da aynı bakışla ele alır, geçmişte nasıl en temel insan haklarını ihlal ettiyseniz bugün de öyle edersiniz.

İkincisi; birbiriyle tarihte kötü ve acılı ilişki yaşamış topluluklar ancak birbirleriyle “konuşabilirlerse” bir arada yaşamayı sürdürebilirler. Bunu yapmazlarsa birbirlerinden kuşku ve şüphe duymaya devam eder ve ortak yaşanmış geçmişin altında ezilirler. Türkiye’de galiba en önemli toplumsal problem budur. Aleviler, Sünni-Müslümanlardan; Sünni Müslümanlar, Kemalist Laiklerden; Kemalist Laikler, İslamcılar ve Kürtlerden; Kürtler, Aleviler, Hristiyan azınlıklar Sünni-Müslüman çoğunluktan derin kuşku ve endişe duyarlar. Her bir topluluk, geçmişte yaşadığı acıların sorumlusu olarak diğerini görür ve diğerini kendi varlığına yönelik tehdit olarak algılar. Böylece, bir arada yaşamanın en temel kuralı olan güven ilişkisi dinamitlenmiş olur. Eğer bu gruplar, geçmişte yaşanmışlar ve nedenleri üzerine birbirleri ile açık olarak konuşamazlarsa, toplumsal barış mümkün olmaz.

Üçüncüsü; geçmişte imha edilmiş insanların ayaklar altına alınmış insanlık onurlarını kendilerine iade etmek gerekir. Biliyoruz ki büyük kitlesel katliamlar, kurbanların insana ait tüm değerlerini ortadan kaldırılarak yapılır. İngilizce “Dehumanization” olarak tanımlanan“insanlıktan çıkarma” bir grubun imha edilmesinde atılan ilk adımıdır. Bu nedenle, Naziler, Yahudileri bakteri, mikrop gibi kategorilerle tanımladılar; Ermeniler vücuttaki tümör olarak görüldüler, bu tanım Teşkilat-ı Mahsusa yöneticisi, Kuşçubaşı Eşref’e aittir. Ruanda’da Tutsiler karafatma olarak tanımlandılar. Artık Kurban grup, insanlığa ait olmadığı ve insanlık dışı kavramlarla tanımlandığı için kolayca imha edilebilecektir.

Bu nedenle, geçmişle yüzleşmenin en önemli nedenlerinden birisi, kurbanların yok edilen insanlık onurlarının onlara iade edilmesidir. Ve buna uygun hatırlama tarzlarının yaratılması gerekir. Örneğin, Dersimliler bugün Seyit Rıza’nın mezarını bulmak, cesetleri toplu mezarlara gömülmüş insanlarını çıkartmak ve kendi dini vecibeleriyle, dini törenlerini yerine getirerek yeniden gömmek istiyorlar. Bu nedenle Bosna’da, katledilmiş insanların kemikleri bulunuyor, çıkartılıyor ve törenle yeniden gömülüyorlar. Böylece, katiller tarafından insanlık onurundan çıkartılarak imha edilmiş insanların insanlık onurları tanınarak onların önünde saygıyla eğiliniliyor. Eğer insana ve insan onuruna saygımız var, diyorsak, tarihle yüzleşerek kurbanların insanlık onuruna saygı duymalıyız ve katillere karşı gösterilebilecek en önemli tavır alış budur.

Dördüncüsü, tarihle yüzleşmeyi kabul etmemenin çok kötü bir sonucu vardır. Yüzleşmeyi ret etmek, potansiyel olarak o suçu tekrar edebileceğiniz anlamına gelir. Aynı suçu yeniden işleyebileceğinizi kabul ediyorsunuz demektir. İşlediğiniz bir suçun inkârı o suçun tekrar işleyebileceğinizin garantisi gibidir. Örneğin, Türkiye bugün tarihinde yaşanmış soykırım ve büyük kitlesel katliamları, Ermenilere, Süryanilere, Dersimlilere yapılanları inkâr ederek aslında potansiyel olarak aynı suçları gerekirse yeniden işleyebileceğinin mesajını vermektedir. Bu inkâr politikasının Ortadoğu açısından ciddi sonuçları vardır. Geçmiş cinayetleri inkâr eden bir ülke, diğer ülkeler tarafından sorun çözücü değil, bir güvenlik tehdidi olarak görülür. Geçmişte bu tür katliamlara maruz kalmış toplulukların, Türkiye’yi potansiyel bir tehdit olarak görmelerinin nedeni budur.

Özetle, tüm bu nedenlerden dolayı diyoruz ki, tarihle yüzleşmezseniz o sizi kovalar. İstediğiniz kadar kaçın o sizin arkanızdan gelir ve sizi rahat bırakmaz. Mevcut sorunlarınızın ve onların çözümsüzlüklerinin önemli bir nedeni haline gelir.

Tarihle farklı yüzleşme tarzları var mıdır?
Evet, literatürde tarihle yüzleşme tarzlarını üç ana kategoride ele alırız. Ben buna bir dördüncü tarzı de eklemek isterim. Birinci tarz, Amneziye yani bellek yitimi, geçmiş yokmuş gibi davranma tarzıdır. İkincisi cezalandırıcı adalet (Restitutive Justice) üçüncüsü yapıcı adalet Restorative Justice tarzlarıdır. Dördüncü yüzleşme tarzını Amerikanvari yüzleşme olarak tanımlamak isterim.

Birinci tarz: unutma, bellek yitimidir. Tarih unutulur ve üzerine hiç konuşulmaz. Bu tarz bir yüzleşme başarılı olur mu? Hem evet hem hayır. Evet, örneğin özellikle İspanya ve Mozambik’te başarılı bir yöntem oldu. Toplumun tüm kesimleri ve sağ, sol siyasi partileri 1930’ların iç savaşı üzerine konuşmama konusunda “sessiz bir anlaşma” yaptı ve konuşmadılar. İspanya demokrasisinin, bu yazılı olmayan unutma anlaşmasının eseri olduğu bile iddia edilir. “Unutmanın” başarılı olabilmesinin nedeni, hatırlamanın getireceği yıkımın farkında olunması idi. Yüzleşmenin fiyatının ağır, yüzleşme sonucunda yeni çatışma ihtimalinin ortaya çıkacağı durumlarda unutma tercih edilen bir tarz olabiliyor.

Hatırlama hangi durumlarda yıkıcı olabilir, örneğin eğer geçmişte yaşanan cinayetler, genellikle aynı etnik-din grubunun kendi içinde yaşanmış ise ve/veya yaşanan cinayetlerde kimin fail kimin kurban olduğunun sınırları zor çizilebiliyorsa ve/veya çatışmalar aileleri bile bölmüşse bu tür bir hatırlama toplumsal barış ve istikrarı dinamitleyeceği için hatırlamadan feragat ediliyor.

Amneziye hangi durumlarda geçerli bir yöntem olamaz, örneğin eğer fail ve kurban arasındaki ayırım son derece net ve açık ise, fail ve kurban farklı etnik-din grubu mensupları iseler Amneziye hiçbir biçimde etkili olmaz. En bilinen örneği Türkiye’dir diyebilirim. Türklerin ve Türk Hükümetlerinin Ermeni soykırımını ısrarlı inkârı ve “gelin tarihi unutalım, geleceğe bakalım”, çağrıları hiçbir sonuç vermemiştir.

İkinci tarz: Tarihle cezalandırıcı adaleti esas alarak yüzleşmektir. Cezalandırıcı adalet, yüzleşmeyi cinayeti işleyen topluluk üzerine yoğunlaşarak yapar ve faillerin cezalandırılmasını hedefler. Buna verilebilecek en iyi örnek, Nürnberg Mahkemeleri; çökmesinden sonra Doğu Almanya’ya yönelik davalar ile Almanya’dır. Amaç, suçu işleyenin cezalandırılmasıdır. Ve bu toplumlardaki en büyük tartışma, cezai sorumluluğun sınırlarının nereden ve nasıl çekileceği ve kimleri kapsaması gerektiğidir. Sorumluluk genel bir moral kategori olarak tüm topluma aittir diyebilirsiniz ama o toplumun her ferdinin cezalandırılması gerektiğini savunamazsınız.

Cezalandırıcı adalet tarzında geçmişle yüzleşmenin kurban grubunun yıkımının tanzim edilmesi biçiminde bir boyutunun da olduğunu eklemekte fayda vardır. Almanya’nın 1952’de İsrail ile yaptığı antlaşma buna en uygun örnek olarak verilebilir.

Üçüncü tarz: Tarihle yapıcı-onarıcı adaleti esas olarak yüzleşmektir. Yapıcı adalet tarzının ana hedefi failler değildir, kurban gurubun üzerine yoğunlaşır. Kurban gurubunun yaşadığı zararların nasıl tazmin edileceği, travmadan nasıl kurtulacağı sorunları üzerinde durulur. Örneğin sosyal yardım paketleri, çeşitli iyileştirme programları hazırlanır. Hatta kurban grubun psikolojik olarak iyileşmesine hizmet edeceği düşünülerek, suçlarını itiraf etmeleri koşuluyla faillerin affedilmesi yoluna da gidilebilir. Nihai hedef kurban gurubun ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik olarak sağlığa kavuşması ve bir toplum olarak kendisini yeniden üretebilmesinin alt yapısını yaratabilmektir.
Gerçek hayatta, cezalandırıcı ve yapıcı-onarıcı adaleti esas alan yüzleşme tarzlarının birlikte kullanıldığını gözlüyoruz. Ruanda veya Arjantin gibi bazı Latin Amerika ülke örnekleri en bilinenleridir.

Buraya tarihle yüzleşmede dördüncü bir tarzı eklemek isterim. Bunu Amerikanvari yüzleşme tarzı olarak tanımlamak taraftarıyım. Bu tarz, yukardaki üç tarzdan bir noktada farklılaşır. Yukardaki üç yüzleşme tarzı, daha çok devletin doğrudan devrede olduğu yüzleşme tarzlarına denk düşer. Amerikanvari yüzleşmede ise, devlet esas olarak devre dışındadır. Sorun büyük ölçüde sivil toplum düzeyine havale edilmiştir ve fikir özgürlükleri çerçevesinde yaklaşılır. Tarih üzerine konuşmak, tartışmak bu anlamda yüzleşmek serbesttir ama devlet kendisini hiçbir biçimde yükümlü-sorumlu hissetmez. Ne devlet organlarının ne siyasi partilerinin gündemlerinde yüzleşme ve buna bağlı olarak adaleti sağlayacak “hata giderici düzenlemeler” gibi bir gündem yoktur. Örneğin, Amerikan yerlilerine yönelik soykırım başta üniversiteler, toplumun her düzeyinde açık olarak tartışılır; hatta bazı bölgelerdeki katliamları hatırlatıcı parklar yapılmış, anıtlar dikilmiştir ama bunlar daha çok taban inisiyatiflerinin ürünü olarak gündeme gelmiş yerel girişimlerdir. Amerikan yerlilerinin, başta el konulan toprakları olmak üzere yoğun hak arama eylemleri vardır. Açılmış yüzlerce mahkeme söz konusudur. Ama bu yüzleşmeler hiçbir biçimde “devletin sorumluluğu ve yerine getirmesi gereken yükümlülükler” boyutunda tartışılmamaktadır.

Başlık 4’e ekleyeceğim son bir husus bir soru var. Toplumlarda tarihle yüzleşmenin sınırı ve boyutunu belirleyen kriterler var mıdır? Elbette birçok kriter vardır ve burada bunlardan bir iki tanesine değinmek istiyorum.

Tarihle yüzleşmenin sınırını belirleyen en önemli kriter yönetici sınıf-yönetici elit değişikliğidir. Bunu yönetici elitteki süreklilik-devamlılık sorunu olarak tartışmak mümkündür. Ana soru, yeni rejimin ne kadar eski rejimin yöneticileriyle uzlaşarak kurulmuş olup olmadığıdır. Genel olarak gözlediğimiz, geçmiş cinayetleri işleyen, haksızlıkları yapan eski yönetici elit, yeni dönemde oluşturulan iktidarda gücünü korumaya devam ediyorsa, yüzleşmenin yapılamadığıdır. Yani, yüzleşmenin boyutu ile eski yönetici elitlerin güçlerini korumaları arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Eğer, yeni dönemde yönetici elitte radikal bir değişiklik olmuşsa, geçmişle hesaplaşma daha sert ve kapsamlı olmaktadır. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası verilecek en iyi örnektir. Türkiye bunun tam aksi bir diğer örnektir. 100 yıldır tarihle yüzleşemiyor olmamızın en önemli nedeni yönetici elitte değişiklik yaşanmamış olmasıdır. Özellikle 2002’de AKP iktidarı ile birlikte sınırlı bazı yüzleşme girişimlerini yine bu modelle açıklamak mümkün. Dersim örneğinde gördüğümüz gibi, sınırlı açılımlar, bu katliamda sorumluluğu olmayan bir başka yönetici grubun işbaşına gelmesi sayesinde mümkün olabilmişti.

Ermeni Soykırımı konusunda da en azından kullanılan dilde yaşanan değişmeleri yine böyle açıklamak mümkün. Ama fark ettiğiniz gibi, AKP yönetimi, Ergenekon örgütünde temsil edilen, eski rejimin sahipleri asker-sivil bürokrasi ile uzlaşmaya başladıktan sonra bu sınırlı yüzleşmeler de ortadan kalktı.

Tarihle yüzleşmenin sınırlarını konuşurken, iki aşırı ucu temsil etmeleri itibarıyla, Japonya-Almanya sarkacından söz ederiz. Japonya bir ucu temsil eder. İkinci Dünya Savaşında Kore ve Çin’de özellikle kadınlara yönelik yaptığı büyük cinayetler nedeniyle özür diledi, ama sadece o kadar. Bu özürün ne Japonya ne de Çin ve Kore için hiçbir sonucu veya anlamı olmadı. Diğer uç, Almanya örneğidir ve söylediğim gibi hem cezalandırıcı adaleti hem de yapıcı-onarıcı adaleti, yani kurbanların zararlarını tazmin etmeyi en uç noktaya kadar götürmektir. Japonya-Almanya sarkacında nerede durulacağı ise, büyük ölçüde o ülkedeki yönetici sınıfların ne kadar değişip değişmediğine doğrudan bağlıdır.

Türkiye’de tarihle niçin yüzleşemiyoruz, zorlanıyoruz?
Burada, her biri üzerine sadece birkaç kelime edeceğim yedi ayrı neden sayacağım. Birincisi, genel olarak devletlerin özel olarak da ulusal tarih yazımlarının uydurma, yalan ve bellek kaybı üzerine kurulu olduğu genel kuralıdır. Fransız tarihçi Ernest Renan’ın gözü pek ifadesi ile “bir devlet sadece geçmişin deforme edilmesi ile oluşabilir”, ve “bir ulusun yaratılması geçmiş deforme edilmeden mümkün değildir.” Geçmişin deforme edilmesinin ve bellek kaybı yaratılmasının en bilinen biçimi ise tarihi unutturmak ve tahrif etmektir. Bu nedenle bizim tarihimizin de yalan ve unutma üzerine kurulması şaşırtıcı değildir.

Tarihle yüzleşme zorluğumuzun ikinci önemli nedeni; toplum olarak unutmayı seven bir kültüre sahip olmamızdır. Unutmayı meziyet sayan kültürel değerlerimiz var; sadece bazı deyişlere, ata sözlerine bakmak kâfi… Dilimizde “boş ver”, “kaşıma”, “işin gücün mü yok?”, “geçmişe mazi derler,” gibi onlarca deyiş vardır… Tarihe yönelik bir kayıtsızlık ve boş vermişlik kültürüdür söz konusu olan ve bunun kökleri nereden gelir; tasavvufun “tevekkül” felsefesinin yanlış yorumunun bunda bir payı var mıdır, bilemiyorum? Sonuçta tarihi olmayan ve tarih üzerine konuşmayı da çok fazla beceremeyen bir topluluk olduk.

Yüzleşme zorluğumuzun üçüncü nedeni, 1928 harf devrimidir. Devrim olarak tanımladığımız, ama aslında “kültürel cinayet” olarak tanımlanabilecek 1928 Alfabe değişikliği ile toplum olarak 1928 öncesiyle her türlü ilişkimiz kesildi ve yok edildi. 1928 öncesinin bırakın gazetesini kitabını ve resmî belgesini, büyüklerimizden kalan mektupları bile okuyamayacak bir toplum haline sokulduk. Kendi tarihimizi, sadece okullarda verildiği kadarıyla öğrendik.

Bugünkü Türkiye, kendi tarihi kökleriyle ilişkisi kopartılarak inşa edilmiştir. Elbette Latin Harflerinin, Türkçe diline daha uygun olduğu ve bu harf devriminin bir zorunluluk olduğu ileri sürülebilir. Bu doğru bir tez olabilir. Ama, değişiklik sonrası yeni kuşaklara Osmanlıca öğretmeyerek, 1928 öncesi yazılı kültür mirasını, bunu okuyamayacak yeni nesillere, yeni harflerle aktarmayarak büyü bir cinayet işlenmiştir. Alfabe reformunun en kötü sonucu bu kültürel imhadır ve kültürel imhanın bir sonucu da tarihle yüzleşme imkanının ortadan kaldırılmasıdır. Bilmediğiniz, okuyamadığınız bir şeyle nasıl yüzleşilebilir ki…

Tarihle yüzleşme zorluğumuzun dördüncü önemli nedeni kendimiz hakkında yarattığımız kanaatin, kimliğimizin ana ögelerinin yıkılacak olmasıdır. Biz 1923 ile birlikte bir ulusal devlet ve buna uygun bir kimlik yarattık. Ve bu kimlik, bizim düşünme biçimlerimizi; duygularımızı, yani toplumların tüm sosyal-kültürel ilişkiler örgüsünü belirleyen bir gerçeklik halini aldı. Ama örneğin eğer Ermeni soykırımı hakkında konuşmaya başlarsak bu gerçekliğin sarsılmaya başlayacağını göreceğiz. Ermeni soykırımı, Türkiye toplumunun tarihsel dokusunu oluşmuş kimliksel yapısını tümüyle tahrip edecek bir olgudur ve bu nedenle yüzleşmekten kaçınmaktayız.

Sol gelenekten geldiğim için, kendi geleneğimle bunu açıklayayım: Türkiye solu, Türkiye’nin kuruluşu ve kimliği hakkındaki şöyle bir kanaate sahiptir: Biz Türkler, 1900’lü yılların başında yedi düvele karşı büyük bir antiemperyalist savaş verdik. Türk Ulusal Devleti, bu anti-emperyalist savaşın ürünü olarak kuruldu. Rumlar ve Ermeniler emperyalist devletlerin içimizdeki uzantıları idiler ve onlarla iş birliği yaptılar. Kuvayı Milliye bizim anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelemizi yürüten kuvvetlere verilen isimdi. Bu bakış açısı nedeniyle, 1960’lı yıllarda gençlik hareketleri ve buradan türeyen sol örgütlerin çoğu kendilerini yeni Kuvay-ı Milliyeciler olarak gördü. Birçok insanın büyük saygı duyduğu, sevdiği Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan’lar, mücadelelerini İkinci Kurtuluş savaşı olarak anladı ve anlattılar. 1980 Askeri darbesi sonrası askeri mahkemelerde savunma yapan birçok devrimci, solcu kendisini İkinci Kuvayı Milliyeci olarak tanımladı.

Aslında İslamcı da Milliyetçi de değişik kavram ve kategoriler kullansa da Türkiye’nin kuruluşu ve Türk kimliğinin inşası konusunda benzeri şekilde düşünürler. İşte, eğer tarihle yüzleşmeye başlarsak, solcusu, sağcısı, milliyetçisi, Alevisi, Kemalisti, İslamcısı ile kendimiz hakkında yarattığımız bu gerçekliği sorgulamak zorunda kalırız. Ermeni, Süryani, Pontus soykırımları, Rumlara yapılan etnik temizlikler üzerine konuşmaya başladığımızda, ulusal kahramanlar olarak gördüğümüz Kuvayı Milliyecilerin önemsiz sayılmayacak bir kısmının ya cinayetleri doğrudan örgütleyenler ya da Ermeni mallarını çalarak zenginleşmiş hırsızlar olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Bunu yapmak hemen hemen imkânsız gibi bir şeydir. Bir toplum kendi kurucularını, ulusal kahraman olarak gördükleri kişileri kolay kolay katil ya da hırsız ilan edemez.

Biz Türklerin en önemli problemimiz budur. Büyük ulusal önderler olarak gördüğümüz kahramanlarımız hakkındaki kanaatlerimizi kökten sarsacak, kimliğimizin temel ögelerini sorgulayacak yüzleşmeden uzak durmak istiyoruz. Bu tür bir yüzleşme yapılabilir mi, elbette yapılabilir. Bu demokratik değerleri öne almış bir Türk kimliği geliştirilebilirse mümkün olur. Şu andaki ana problem, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının önemli bir kısmı ile aramıza mesafe koyabileceğimiz bir kimliğe sahip olamayışımızdır. Hala ulusal kahramanlar olarak görülen İttihatçı katillerle aramıza mesafe koymayı ancak ve ancak demokratik bir kimlik geliştirebilirsek başarabiliriz. Özetle, tarihle yüzleşmek demokratik bir kimlik yarabilmenin de ön şartıdır.

Tarihle yüzleşme zorluğumuzun beşinci nedeni, bu dördüncü nedenin doğrudan sonucudur: İttihatçılıktan Cumhuriyete bir yönetici elit sürekliliği söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1913-4’de Egede Rumlara yönelik etnik temizlik yapan, 1915’te Ermeni Süryani soykırımını organize eden parti ve kadrolar tarafından kuruldu. İttihat ve Terakki Partisi esas olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu partisidir, belki biliyorsunuz Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri kurulurken, İttihatçı olmayan Hürriyet-i İtilaf Partisi mensupları üye olarak alınmadılar. Aynı İttihatçı kadrolar daha sonra 1937-38 Dersim katliamında da görev alacaklardır.

Tarihle yüzleşme zorluğumuzun altıncı nedeni, Türkiye’de fail ve kurban sınırlarının karışmış olmasıdır. Kendisini bir katliamın kurbanı olarak gösteren ve tanımlayan her grup, aslında bir başka katliamın da faili veya destekçisi olarak tanımlanabilir. Bu nedenle tarih üzerine açık ve dürüst konuşmakta zorlanıyoruz. Eğer 1878 Berlin Kongresini bir başlangıç noktası alır ve Cumhuriyet dönemindeki 1942 Varlık Vergisi veya 5-6 Eylül olayları gibi bazı artçı dalgaları saymazsak, 1890’larda 200,000 civarında Ermeni’nin katledilmesi ile başlayan ve 1922’lerde tamamlanan büyük katliamların asıl kurban Anadolu’nun Hristiyan nüfusu idi. Bu dönemde Alevi-Müslüman topluluklar (Türk, Kürt, Çerkez) Hristiyanlara karşı, genel olarak failler kampında yer aldılar; katliamlara ya doğrudan katıldı ya da desteklediler. Daha sonra ama Aleviler ve Kürtler örneğinde olduğu gibi, geniş Müslüman topluluk içinde katliamlara kurban gidenler oldu.

Bu konuda verilebilecek en iyi örnek Dersim’dir. 1938’de çok büyük bir soykırıma kurban giden Dersimliler 1915 katliamlarında rol oynamışlardır. Elbette aşırı genellemelerden kaçınmak gerekir. Ermenilere sahip çıkan, koruyan çok sayıda Dersim aşireti vardır. Fakat Dersim, katliamların yaşandığı bölgelerden birisidir. Fail ve kurban ilişkilerinin karışmasına başka örnekler de verebiliriz. Örneğin Aleviler özellikle 1970’li yıllarda toplu katliamların kurbanı olmuşlardır ama 1915’teki rolleri üzerine konuşmamayı tercih ettikleri gibi, Cumhuriyet dönemlerinde de askeri darbelere önemli destek vermişlerdir. Örneğin, Cumhuriyet tarihi boyunca katliamlara uğradıklarını haklı olarak söyleyen Kürt topluluklar, konu kendilerinin doğrudan katıldığı cinayetler olunca susmayı tercih etmektedirler. Asıl problem şudur ki, her grup kendisinin sadece kurban olarak görüldüğü olayları konuşmak istemekte ve ama aynı zamanda fail de olduğunun kendisine hatırlatılmasını istememektedir.

Bu bizi tarihle yüzleşme zorluğunun yedinci nedenine götürür. Tarihin ile yüzleş çağrısına muhatap olan her grup kendisini tarihin kurbanı olarak görmektedir. Ve bu nedenle yaşanmışlara ilişkin herhangi bir sorumluluk almak istememektedir. Herkes kurban olmayı çok seviyor çünkü kurban olduğunu iddia etmek çok avantajlı bir tutum. Hem sizi günahlarınızdan kurtarıyor hem de sizin dışınızda herkesi suçlayabiliyorsunuz. Böylece yaşanmış cinayetlere ilişkin hiçbir sorumluluk da almamış oluyorsunuz.

Ermeni, Süryani ve Rumlara yönelik katliamların inkârı edilmesinde ileri sürülen bir argümanı hepiniz duymuşsunuzdur. Ne zaman, Ermeni soykırımından söz edilse, asıl katliama uğrayanların Türkler-Müslümanlar olduğu ileri sürülür. Buna göre, asıl kurban Türklerdir, Müslümanlardır. Fail grubun kendisini asıl kurban olarak görmesi, diğer soykırım örneklerinde de sıkça karşılaştığımız bir durumdur. Sırplar, bu konuya verilebilecek en iyi bir diğer örneği teşkil eder.

Fail grup mensuplarının kendilerini kurban olarak görmeleri konusunda size çok değişik ve çarpıcı bir başka örnek vermek isterim. Biliyorsunuz biz solcular da kendimizi tarihin asıl kurbanları sayarız. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, özellikle de askeri darbeler döneminde, öldürülen, hapse atılan, işkence görenlerin bizler olduğunu söyleriz. Kurban olduğumuz için de hiçbir şeyde sorumluluğumuz yoktur ve hep ötekileri ya devleti ya burjuvaziyi vb. suçlar dururuz. Oysa Türkiye’de sol hareketin geçmişine baktığımızda ilginç bilgilerle karşılaşırız. Örneğin T.K.P.’nin bir kurucu üyesi Salih Zeki’dir. Salih Zeki, TKP adına Kemalist Hükümetle resmi görüşme yapmak için de atanan kişidir. Ve Salih Zeki 1916 yazında 200,000 civarında Ermeni’nin öldürülmesinden sorumludur. 1919’da gıyabında yargılanmış ve idamla cezalandırılmıştır. Salih Zeki gibi, İttihatçı hareketten, sol-sosyalist harekete geçiş yapan diğer isimlere değinmiyorum bile.

Fail olmaktan kaçma ve kendimizi sadece kurban olarak göstermeye verilecek diğer çarpıcı örnek Hristiyan mallarının yağması ile ilgilidir. Biliyorsunuz, 1912-3’lü yıllarda Hristiyanlar Osmanlı nüfusunun %30’u kadarını oluşturuyordu. 1913-1924 arasında bu nüfus ya imha edildi ya da zorla sürüldü. Bugün tüm Türkiye olarak, bu öldürülen ve zorla sürülen insanların malların yağmalanması üzerine oturuyoruz. 1915’te çıkartılan Emvali Metruke kanununa göre, Ermenilerin mallarına el konulacak ve bunlar satıldıktan sonra gelirleri, malların sahiplerine verilecekti. Oysa bu mallar başta Devlet, tüm bir toplum tarafından yağmalandı.

1915 ve sonrası yaşananları soykırım olarak nitelemeseniz bile ortada büyük bir hırsızlık ve yağma olduğu gerçeğinin üstünü örtemezsiniz. Hırsızlık yüz kızartıcı bir suçtur ve tüm bir toplum olarak bu yüz kızartıcı suçun töhmeti altındayız. Ve zannediyorum ki bugün Türkiye’nin en büyük zorluklarından biri de bu gerçekle yüzleşmektir.

Özetle, burada saydığım ve artırılabilecek nedenlerden dolayı tarihle yüzleşmeyi beceremiyoruz. Ve bu yüzleşme becerilemediği için de demokratik bir toplum kuramıyor ve şu anda yaşadığımız sorunlarla yüz yüze kalıyoruz.

Gerçek çok basittir: geçmişte işlenen cinayetlerle, hırsızlıklarla yüzleşmediğimiz için, bugün cinayet ve hırsızlıklar çok olağan bir olgu haline gelmiştir. Geçmiş cinayetlerle yüzleşmediğimiz için, 2016 yazında Kürt kasabalarının yerle bir edilmesine seyirci kalıyoruz. Hristiyanların mallarının yağmalanmasında payımız olduğu ve bununla yüzleşmediğimiz için, AKP’li, CHP’li olmuş fark etmiyor, siyasi iktidarların yolsuzluk ve hırsızlıklarına fazla ses çıkartmıyor, normal karşılıyoruz.

Tarihte yaşanmış ne kadar haksızlık varsa onlarla hesaplaşılmadığı için, aynı haksızlıklar bugün deyim yerindeyse kanser hücresi gibi toplumun her noktasını sarmış vaziyettedir. Her gün ama her gün aynı haksız pratiklere yaygın olarak şahit olmamızın nedeni, geçmişteki benzerlerini konuşmuyor olmamızdır. Geçmişteki cinayete tavır alamazsanız bugün aynı cinayeti gene yaşarsınız, geçmişteki hırsızlıklara sessiz kalırsanız, bugün aynı hırsızlıkların alışkanlık halinde devam ettiğini gözlersiniz. Geçmiş adaletsizliklerin üstüne gitmezseniz, adalete dayalı bir gelecek kuramazsınız. Özetle, tarihimizle yüzleşmeyi siyasetinin merkezine almış bir siyasi harekete ihtiyaç vardır. Cinayetleri ile hırsızlıkları ile toplum büyük bir çürüme ve yozlaşmanın eşiğine gelmiştir. Türkiye, bir toplum olarak ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Buna karşı kültürel bir uyanış şarttır. Bu kültürel uyanış ancak ve ancak sorumluluk kültürü ile aşılabilir. Bugün, hemen her toplumsal kesim kendisini masum, kurban ve suçsuz gören ve kendisi dışındaki “ötekileri” tüm sorunların asıl suçlusu olarak gören bu kültüre sahiptir. Bu, kendisi dışında herkesi suçlu gören ve suçlayan kültür terkedilmediği müddetçe bugünkü sorunlarımızı yaşamaya devam edeceğiz.

Yani başa dönüyorum. Sınıf meselesinde, emekçilerin hakları konusunda ne kadar doğru bir tutum takınırsınız takının ne kadar çevreci ne kadar feminist olursanız olun, eğer bunlarla eşit düzeyde, tarihle yüzleşmek perspektifini geliştiremezseniz, Türkiye’nin demokrasi, insan hakları ve toplumsal adaletin sağlanması ile ilgili hiçbir sorununu çözemezsiniz.

T24

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

ten + 4 =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla