Vengma, hiç bir partinin borazanı değildir. Hiç bir partinin düşmanı da değidir. Kürt partilerinin doğru politikalarını destekler, yanlış politikalarını eleştirerek yol göstermeye çalışır.

Hayrı Durmuş : Başardık

Mehmet Şener / uzun yıllar Diyarbakır zindanında tutsak olarak kaldı. Orda çok sayıda makale kaleme aldı: Ne yazık ki elimizde bunların çok azı vardır. Aşağıda yayınlayacağımız yazı onun tarafından kaleme alınmıştır. Ve Şener Bu değerlendirmesiyle 1982 yılının 14 temmuzunda başlayan ölüm orucu direnişinin ve o direnişin kahramanlarını analiz ediyor.

İnsanlar, yaşamak ve varlığını devam ettirmek için, her şeyden önce örgütlenme ihtiyacını duymuşlardır. Hayvansal yaşantıdan kurtuluş süreciyle ortaya çıkan doğal örgütlenme anlayışı ve yaşam tarzı, toplumsal gelişmeyle beraber gelişmiş ve yetkinleşmiştir.

Örgütlenme, en basit tanımıyla, beraber yaşama  anlayışının uygulanışıdır. İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için, bireysel özgürlüklerinden fedakarlıkta bulunarak, toplumsal yaşantı içinde kendilerini sınırlamayı daha başta tercih etmişlerdir. İnsanoğlu kendi yaşamıyla, örgütsüz yaşamda geçerli olan ilkenin kurt kanunu ve anarşi olduğunu görmüştür. Bireysel fedakarlığın nedeni de budur.

İlk insan topluluklarının örgütlenmeleri doğal ve kendiliğinden örgütlenmelerdi; bu kurumlaşma içinde sivrilen önderler de doğal önderlerdi. Önderlik, süreç içinde, örgütlenmede etkin bir kurum olmaya doğru giderken, örgütlü olmanın da zorunlu koşulu haline geldi.

Örgütlenmede toplumsal iradenin birleştiği odak olan önderlik kurumunun güçlü ve etkin olmadığı toplumlarda, dağınıklık ve başıboşluk, ve de genellikle bunu takip eden korkunç yenilgiler yaşanmıştır.

İnsanlık tarihinde bunun en çarpıcı örnekleri, Kürdistan halkının pratiğinde ortaya çıkmıştır. Asur zulmüne karşı, dağınık aşiretleri kendi etrafında toparlamaya yönelen BLOK’un meydana getirdiği embriyon halindeki birlik, PREHORT ile gelişmiş ve KYAKSAR’la o günün Orta Doğu halkları içinde en önemli toplumsal örgütlenme olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Ve ancak bundan sonra düşman Asurları yenebilmiştir.

KYAKSAR’dan sonraki dönem, yani ASTYAĞ dönemi ise, örgütlenmenin toplumsal gelişme düzeyine denk düşmediği, kendi içinde aşama yapma zorunda olduğu halde, bu aşamayı yapamadığı, yapamadığı için de, bir dağınıklık ve gevşeklik dönemi olmuştur. Bunun ardından gelen ve günümüze kadar süren kölelik zorunlu bir illet olarak yakamıza yapışmıştır.

Tarih, bir yandan, sınıfsal ve toplumsal örgütlenmelerini yaratamayıp, gelişmeye ayak uyduramayanların yokoluşları ve yenilgileriyle, öte yandan da, gelişime ayak uyduran toplumların ve sınıfların varoluşları ve zaferleriyle doludur.Örgütlerin yönetici ve yönlendirici kurumu olan önderliğin ve önderlerin önemi, işte bu noktada ortaya çıkıyor. Şimdi “Önderlik nedir?” diye sorabiliriz

Tekrarlanan tanım şudur: Önderlik koşulları değerlendirme yeteneği gelişmiş, kitleleri harekete geçirebilme becerisi olan, insiyatif sahibi, örgütleyici, gelişmelere yön verebilen kişi veya kurumdur. Bu tanım biraz daha genişletilebilir. Ancak, sık sık tekrarlanan bu tanım acaba yeterli midir?

Programlanan gelişkin bir bilgisayar da yukarıdaki tanımın gereklerini yerine getirebilir; sayılan yanları gelişmiş herhangi bir insan da…Bunları becerebilmek, yerine getirmek,  kişiye ne kadar önderlik sıfatı kazandırır? Troçki’nin en belirgin yanlarından biri teşkilatçılığı, kitleleri harekete geçirme ve gelişmelerin kokusunu alma yeteneğine sahip oluşudur. Bu yanıyla Lenin’in takdirini kazanmıştır, ama Troçki önder değildir.

Yukarıda sıraladığımız yanlarının gelişmiş olması, bu orta yol kariyeristine komünist partinin merkez komitesinin kapısını açmış ve dünya komünist hareketinin iplerini eline geçirebilme fırsatını vermiştir. Troçki’nin sosyalizme karşı sorumsuzluğu doğaldır; ihaneti de…Çünkü onun bu uğurda sarfettiği bir emeği yoktu. Oysa insanlar emek vermedikleri bir şeye gerçek tutkuyla bağlanamazlar.

Evet, önderliği yalnızca bu tanım çerçevesinde ele almak ya da salt bu yanları gelişkindir diye insanlara “önder” gözüyle bakmak, ne önderden ne de önderlikten zerre kadar anlamamaktır. Önderlikte her şeyden önce aranması gereken sorumluluk duygusudur. Önder ya da önderlik, gelişime (devrime) karşı sorumluluk duyandır. Bütün halk kitlelerinin omuzladığı gelişme (devrim) yükünün ağırlığını tek başına kendi omuzlarında hissetmeyen kişi önder olamaz. Önder, verdiği her kararın ağırlığı altında iki büklüm ezilendir.

Önder, kitlelerin acısını, gözyaşını, kanını, ölümünü beyninde yaşayandır. Yandaşlarının ruh haliyle yaşayıp, onlara cesaret verendir. Önder, olayların “rezili” olmayı tesadüflerin kahramanlığına yeğ tutan kişidir. Tesadüflerin ortaya çıkardığı kahramanlar, acımasız olayların getirebileceği rezilliği, süslü “kahramanlık” övgülerine tercih edemezler. Tarih, tesadüflerin yarattığı kahramanlarıyla doludur.

Kısacası önder, en başta sorumluluk duygusu taşıyan kişidir; nabzında kitlelerin nabzı atan, kitleler kadar değil, kitlelerden daha çok inanan, kitleler kadar değil, kitlelerden daha çok sevebilen kişidir. Başta verdiğimiz tanım ancak bununla tamamlandığında anlam kazanır.

Halkların, sınıfların kaderine damgasını vuran, tarihte iz bırakan önderler, işte bu tür önderlerdir. Bunlar, tarihin kendilerine yüklediği görevi yerine getirebilme, gelişimin o dev tekerleklerini, bu tekerlekler altında kalma pahasına, döndürebilme çabasıyla yücelirler. Bu emek, kimi yerde zafere ulaşmıştır -Stalin’in faşizm karanlığında doğan güneşi ve ideoloji düşmanlarına inen yumruğu ya da Asur’un vahşetini delen Kyaksar’ın kılıcı gibi. Bu emek kimi yerlerde de yenilgiyle sonuçlandı- Spartaküs’ün köleciliği sarsan o yüce yenilgisi ya da Perslere karşı bağımsızlık özlemini yücelten Gomat’ın talihsizliği gibi.

Bugün burada halkımızın tarihinde iz bırakan, yarın Orta Doğu tarihine de izlerini düşürecek olan önderlerimizi yeniden yaşayabilmeye çalışacağız. Onları yaşayabilmek sözle değil, yazıyla değil, sevda ve kavgayla olur.

Anma nedir? Ya da şöyle diyelim: Biz “anma”dan neyi anlıyoruz? Bir de söz konusu olan şehit düşen bir arkadaşı anmak ise, bundan ne anlıyor ve çıkarıyoruz? “Anma” yalnızca şehit düşenleri her ölüm yıldönümünde kitleler nezdinde yadetmekse, bu onlara, yani şehit düşenlere, en büyük saygısızlık olur. Şayet şehitler, yaptıklarıyla, ardlarına bıraktıklarıyla, kitlelerin ruhunda her gün, her saat yaşıyorlarsa, onlar zaten unutulmamış demektir.
Ve ölüm günlerinde söylenen bir kaç tumturaklı laf, onlara ancak azap verir. Hareketimizde ve eylemlerimizde, onların oya oya işlenmiş emeğini görmezlikten gelmek, bizi yaşamımız ve eylemimizde korkunç bir egoistliğe götürür. Ve koşulların olumsuz olması halinde ise, tarih, bize hiç çekinmeden, yok oluşun uçurumları dibinde cıyaklama görevini verir. Bu tarihin nankörlüğü değil, cömertliğidir. İsteyen istediği rolü ve görevi alır.

Bu açıdan şunu belirtmek yerinde olacaktır: Bu yazı, yalnızca onları anmak için değil, onları yaşayabilmek çabasıyla yazıldı. Amaç onlarla yaşayabilmek, onlarla yekleşebilmektir. Onlarla yekleşebilmek çok kolay değilse de, çok zor da değildir. Sadece biraz çaba gerekir. Aslında onların yaşamı parti tarihiyle özdeşleşmiştir. Parti tarihini anlatıp, “işte bu onların eseridir” demek, sadece somut bir gerçeğe işaret etmek olur. Ancak parti kadroları ve kitleler, partinin bugün geldiği aşamaya bakarken, onların bu eserde işlenmiş emeğini görebiliyor mu, göremiyor mu, asıl önemli olan budur.

Salt parti tarihini anlatarak da bu arkadaşları anmak olanaklı değildir; bu yetersiz olur. Uygarlık tarihini anlatırken, “Edison ampulü, Pastör kuduz aşısını buldu” deyip geçmek, kelimenin tam anlamıyla onları hafife almak olur. Bu Edison, Pastör ve daha nicelerinin uykusuz gecelerini ve beyinlerinde yaptıkları muharebeleri görmemek gibi bir kolaycılığa götürür bizi. Bunun gibi, parti tarihini anlatırken, “Mazlum’un, Kemal’in, Hayri’nin görevi şuydu” demek ve onları yalnızca parti içindeki görevleriyle ele almak, onları tanımak, anmak ve dahası yaşamak için ne kadar yeterli olabilir ki?

Bir savaşçı, elindeki son derece gelişkin silahla hiç çekinmeden savaş alanına girerken, elindeki silahın bir zamanlar sadece sopa, çakı, ya da daha ileri gidersek, bir atar-tutar tabanca olduğunu, kendisinden öncekilerin mücadeleyi bu araçlarla sürdürdüğünü idrak edebiliyor mu?

Ya da şöyle diyelim: bugün uzayın derinliklerine fırlatılan uzay aracı sadece bir kaç profesörün emeğinin ürünü müdür? Arkasından korkunç alevler saçarak bilmem hangi gezegene doğru yol alan araca bakarken, onda ilk insanın ısınmak, yemek yapmak için yaktığı ateşi, erittiği dağları görebiliyor muyuz?

“Bunun gibi değil”, bunun aynısıdır, şehitlerimizin mücadelenin dokusuna işlenmiş olan emeği, düşmana sıkılan kurşunun, uzaya atılan roketin arkasından bakarken, daha önceki insanların düşmanın kafasına inen sopasını görebiliyor muyuz?

Bugünün maddi olanaklarını ve koşullarını yaşarken, bu arkadaşlarımızın üç-beş kuruşu toplayabilmek için çektiği çileyi tadabiliyor muyuz? Bunları benliğimizde hissederek yaşamadan “bugün falanca arkadaşın ölüm yıldönümü” demek “bir zamanlar falanca arkadaş vardı” demekten öteye geçemez. “Falanca şahıs işkencede korkusuzca direndi” denilir.

Bu çok donuk ve içten olmayan bir anlatımdır. Bu anlatım, işkencede direnen insanın korkusunu yenmek için gösterdiği çabayı bir yerde gizliyor. Oysa onur, kişinin kendi içinde yeralan korku ve korkusuzluk arasındaki kavgayı yüzünün akıyla bitirmesidir. İşkencede direnen insan da ancak bağlılık ve korkunun nasıl çarpıştığını kavramakla anlaşılabilir. “İşkencede korkusuzca direndi” demek, sadece işkenceden söz etmektir, ama onu yaşamak değildir.

İnsanlar, iç güdüsel bir tepkiyle, sürekli olarak, kahramanları doğa üstü güçler gibi görme eğilimindedirler. Bundan dolayı da kendi içlerinden çıkan kahramanların nasıl kahramanlaştığını kavramakta güçlük çekerler. Bu insanları kahraman yapan başarılar elde edilirken ve zor işler gerçekleştirilirken, onlar ne yaşadılar, nasıl kavga verdiler? Bunlar anlaşılmadan, bu kahramanların kahramanlığı anlaşılamaz.

Nasıl ki Kürt halkı yok oluş sürecinde Zerdüşt’ün oluşturduğu yurt tutma-varolma ideolojisiyle Orta Doğu’nun kutsal isyanının ateşini yaktıysa ve Tanrı Ahudamazda’nın karanlıkları yırtan güneşinin yol göstericiliğinde, kutsal topraklara kök salıp, insanlığa Medya uygarlığını kazandırdıysa, geçmişin düşmanını aratmayan günümüz despotlarının vahşetinin odaklaştığı Diyarbakır zindanlarında, binlerce yıldır sömürgeci despotların ve istilacıların oluşturduğu kan denizinde yeşerip büyüyen ulusal ve toplumsal kurtuluşumuzun kan gülleri

Mazlumlar, Hayriler, Karadenizin hırçın dalgalarından bir esinti olan ve mücadeledeki varlığıyla Asur’a karşı Orta Doğu halklarının kutsal ittifakını çağrıştıran Kemaller ve daha niceleri, ulusal direnişin tükeniş noktasında, 2536 yılın getirdiği korkunun yarattığı ihanetin karanlıklarını Hayri’nin dilinde “BAŞARDIK! çığlıklarıyla yırttılar.

Çağdaş KYAKSAR’ın çağdaş mücadelesinin bu çile çocuklarıBAŞARDIK! derken, 14 Temmuz 1982’yi halkımızın tarihine “İnat Günü” olarak geçirmenin ve bu günün mimarı olmanın onurunu yaşıyorlardı.

14 Temmuzda başlayan Ölüm Orucu 7 Eylül 1982’de ilk şehidini verdi. Kemal Pir, kendisine “Vazgeç, boşuna kendi kendine işkence edip öldüreceksin. Ölümünle ne değişecek ki?” diyen düşmana Ben boşu boşuna ölmeyeceğim. Biz öleceğiz,  ardımızdan gelenler ölecek, onların ardından gelenler de ölecek ve bu böyle sürüp gidecek. Önemli olan Kürdistan’ın bağımsızlığı mücadelesinin meşruluğu ve haklılığıdır. İşte ben bunun için ölüyorum. Bizim ölmemizle de çok, çok şey değişecek derken, davaya olan sarsılmaz inancını ve kitleye hiç bir zaman kaybetmediği güvenini, düşmana karşı haykırarak dile getiriyordu.

Son günlerde Direniş ne kadar güzel, öyle değil mi? demişti.

Hayri, 12 Eylülü inat olsun diye mi beklemişti, bilinmez. Bilinen 12 Eylül vahşetinin göbeğinde, yine bir 12 Eylül günü bomba gibi patlamasıydı. Ölüm Orucu boyunca, beton sedirin üstüne serilmiş ince bir battaniye üzerinde yatan Hayri, adeta, bir mücadele dervişini andırıyordu.

Son nefesini vermeden, “Bundan sonra şu eylem biçimlerini deneyindiyerek tavsiyelerde bulundu ve eylemi sürdürenlere Savunma hakkından vazgeçmeyin diye tembihledikten sonra Kemal’e ulaştı.

15 Eylül günü, ölüm döşeğinde, En fazla bir saat yaşarım diyen Akif, ancak yarım saat daha yaşayabilmişti. Ölüm, bu kadar kendine sevdalı birini gördü mü acaba?

Asla! “Ölüm orucunu bırakmayacak mısın?” diyen düşmana Ali işte böyle haykırmıştı.”Asla! 17 Eylül 1982, bu komünist militanın şahsında onurlanmış bir gün olarak anılacaktır bundan böyle.

Hiç bir devrimci mirasımız yoktu… diyen Mazlumlar, Hayriler, Kemaller, kendilerinden sonra gelecek nesillere, artık bunu söyleme fırsatını tanımadılar. Kürdistan savaşçıları artık Mirasımız yoktudiyemeyeceklerdir.

Onların, bu dava adamlarının ölümünün yüceliği buradadır. Bu eserin mimarlarını ve miraslarını kavrayalım.

SON SÖZ…

Korkusu olmayanların cesareti büyük olmaz. Yüreğinde büyük  korku taşıyanlar, büyük  cesaret göstermezlerse, korkunun kölesi olmaya mahkumdurlar. Bunlar gecenin zifiri karanlığına mahkum olan ay gibidirler. Oysa zifiri karanlıklar güneşin karşısında yok olurlar.

Kürdistan halkını zifiri karanlıktan kurtarmak için, güneş olmalı, ateş olmalı. Korkumuz büyük, cesaretimiz daha büyük olmalı.

(Eylül 1986) Diyarbakır zindanı

Devam edecek

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınızı yayınlanmıyoruz

nineteen − eighteen =

Kullanıcı deneyiminizi artırmak için çerezler kullanıyoruz. Sorun yok, rahat olun. Size özel herhangi bir bilgiyi yayınlamıyor ya da paylaşmıyoruz. Anladım, sorun yok Daha Fazla